VELED-İ ZİNA Ömer
Seyfettin
|
Ah Mısır! Bazı Türkler oraya eğlenmeye, hava değişimine giderler! Bilmem o
hayata, o manzaraya nasıl tahammül ederler? Ciğerlerine milyonlarca verem
mikrobu saldırmış üzgün ve halsiz yatan bir hastanın başucunda hiç eğlenilir,
hiçbir yaralının akmış ve daha kurumamış kan selleri üzerinde badeler içilir,
keyifler çatılır, naralar atılır mı? Ben, mümkün değil bir hafta oturamam.
Geniş ve otomobil dolu caddeler, heykelli meydanlar, içine girilmez bir kuvvet
ve bir para kalesi gibi yükselen büyük bankalar, büyük tiyatrolar, peri
saraylarını andıran süslü ve billurlu gazinolar... Hep, hep bu yabancı
müesseseler bende ağır bir kâbus yaratır. Gözle görülen her şeyin yabancı
olduğunu, yabancılara ait bulunduğunu düşünmek sinirlerime dokunur. Sokakları
dolduran sayılmaz şapkaların zalim ve kurnaz, gaddar ve namussuz gölgelerinde
sararmış solmuş gibi boyunları eğri, zayıf, mahzun dolaşan sarıklı yerlilere,
bu zavallı Arap kardeşlerime kalbimde derin bir sızı duymadan bakamam. Necip
Araplık, yükselmek isteyen Türklüğün o kuvvetli ve mukaddes kanadı, orada kendi
vatanında esirden başka bir şey değildir. Türklerin çekilmesiyle beraber hain
ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar, bu zavallı İslam
memleketinin bütün hayat damarlarını ellerine geçirmişler, doymak bilmez
kudurmuş bir açlıkla, azgın bir hırsla din kardeşlerimizin kanlarını emip
dururlar... Bütün servet, bütün kuvvet, bütün mutluluk onlarındır... Ben
Mısır'da çok sıkılır, kendimi adeta bir zindanda sanırım. Bu manevi zindandaki
tutuklu kardeşlerimin arasında serbest gezmek hoşuma gitmez. Daima otele
kapanırım. Hakiki bir zindan hayatı geçirir, yıllardan beri düşmanların eline
düşmüş olan bu kıymetli vatanın sönmez matemlerini tutar, elemler içinde
kıvranmaktan acı bir zevk duyarım.
Bu sefer de
yine kendimi böyle hapsetmiştim. Bingazi'deki muharebeye karışmak için beraber
yola çıktığım arkadaş Kahire'de hastalanmıştı. Doktor on gün istirahat lazım
geldiğini söyledi. Onu beklemeye mecburdum. Hem Türk düşmanlarının, yani
Avrupalıların hâkim bulunduğu bir yerde zaten yakalanmak için aranan bir
Türk'ü, bir kan kardeşimi yalnız bırakabilir miydim?
Bu on gün bana
on senelik bir kürek cezası gibi geldi. Yatakta duramazdım. Gündüz garsona
gazeteleri aldırır, okur, bir koltuğa uzanarak saatlerce adı dünya yüzünden
kaldırılmaya çalışılan Türklüğün talihini düşünür ve terlerdim. İşte Asya'daki
Türk hükümetlerini bitiren Avrupalılar, onların din ve şan kardeşlerine,
Araplara da saldırmaya başlamışlardı. Bütün Turan, bütün Hindistan esirdi.
İngiltere kralı yeniden Hindistan'daki eski Türk İmparatorluğunun tahtına
oturmak için Mısır sömürgesinden geçerken, şimdi cihan politikasında bir gölge
halinde kalan büyük hakanın oğlunu ayağına getiriyordu. Türklerle beraber
Araplar da eziliyor, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve nihayet Trablus ve Bingazi
de alınıyordu.
Kalbim, bunları
düşüne düşüne dimağımda ateşlenen kanımdan, yanmaya başlardı. Geceleri uykusuz
kalır ve bu ıstırapla balkona çıkar, aşağıda yönünü kestiremeyen bir nehir
gürültüsüyle akıp giden ahaliye dalardım. Çokluğu hep şapkalılar, yabancılar
teşkil ederdi. Ara sıra, sanki parlak ve medeni esirliklerinin dehşetini duymuş
gibi neşesiz ve dalgın geçen tek tük sarıklı ve entarili yerlilere bakarak,
Şark'ın hakkını istemeyen, hakkı için vurmayan, hakkı için kırmayan, hakkı için
yakmayan, hakkı için öldürmeyen, hakkı için haksızlık yapmayan azimsiz ve
budala ruhuna lanetler eder, yalnız Şark'ta yaşayan bu miskin ve alçak
"tevekkül"ün granitten ağırlığını kendi omuzlarımda, kendi tembel
başımda hisseder gibi olurdum. Ve birden dudaklarımda Türk şairinin:
Her zulmü, kahrı boğmağa bir parça
kan yeter,
inlemesi uçardı. Evet, bu tevekkül zindanında yaşamak beni hasta ediyordu.
Günler geçtikçe daha ziyade asabileşiyor, sararıyor, yine başıma sanki görünmez
oklar saplanıyordu.
...Yine bir
akşam, başım böyle fena halde tutmuştu. Boğulacak gibi oluyordum. Gece yarısı
yaklaşıyordu. "Biraz hava alayım" dedim. Paltomu giyerek sokağa
çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Elektrik ışıklarıyla gündüzden daha
aydınlık olan sokaklardan geçiyordum. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yerliler,
yabancılar birbirlerine karışmış, gülerek, oynaşarak ağır ve yavaş akıp
gidiyorlardı. Ve üzerlerinde iğrenç, keskin bir fuhuş, bir sefahat kokusu
dalgalanıyordu.
Ben, düz ve
parlak yaya kaldırımında yürüyor ve her tarafı görmemek için sağımdaki
pastacıları, tuhafiyeci dükkânlarını, içindekilerini seyrediyordum. Ötede temiz
ve sade bir lokanta gördüm. Hemen boş denecek kadar tenha idi. Caddenin
kalabalığı beni çok sıkmıştı. Ansızın bir Türk lokantasına benzeyen bu tenha
yere girmek arzusunu duydum. Açık kapısından girdim. "Bir çorba olsun
içerim" diyordum. Oturur oturmaz garson geldi. İngilizce ve Fransızca
yazılmış listeyi vererek ne istediğimi sordu. Okumadan:
— Çorba... dedim.
Ve getirince
içmeye başladım. İçerken etrafıma bakıyordum. Bütün duvarlar ayna idi.
Aynaların üzerindeki kralının ve kraliçesinin, Galler Prensi'nin büyük ebatta
yapılmış resimleri göze çarpıyordu. Yanlarında başka küçük resimler de vardı.
Galiba Mısır'ın ehramları, Sfenks'in yağlıboya manzaraları idi. Bunlara
dalmıştım. Bu esnada kapıdan bir adam girdi. Başında büyük ve hasır bir şapka
vardı. Gayet şık ve uzun boylu idi. Garsonun yardımıyla şapkasını ve paltosunu
çıkardı. Tam yanımdaki masaya oturdu. Karşısındaki aynada hayalini görüyordum.
Dikkatle bakmaya başladım. Çünkü ben bu çehreyi tanıyordum. Fakat nereden?
O da aynadan
bana bakıyordu.
İstanbul'da ve
Selânik'te kendileriyle münasebette bulunduğum yabancıları ve Rumları aklımdan
geçiriyordum. Bir türlü bunu hatırlıyamıyordum. Çorbadan sonra iki tabak yemek
daha yedim. O da bana bakıyordu. Mutlaka o da beni tanımak istiyordu. Artık
rahatsız oluyor, halledilemeyen muammaların karşısında bizi üzen o tatsız
sıkıntıya benzer bir şey duyuyordum. Onun da benim gibi sıkıldığını görüyor,
rahatsızlığının farkına varıyordum. Nihayet yemeğini bitirdi. Bir cigara yaktı.
Kalktı. Paltosunu ve şapkasını giydikten sonra garsona para ve bahşiş verdi.
Dışarı çıkıyordu. Birden benim masamın önünde durdu. Tavrında âdeta, bir aktör
vaziyeti vardı. Adımı söyledi:
— Siz... değil misiniz?..
— Evet, benim diye kekeledim.
Kesik
bıyıklarının altından parlak dişlerini göstererek gülüyordu.
— Beni tanımadınız mı?
— Affedersiniz, fakat
hatırlayamıyorum.
— Ben Ahmet Nihat'ım...
Şapkanın
altında yabancı ve Şarklılara özgü duran gözlerini hemen tanıdım. Bu, benim
okul arkadaşımdı. Fakat hali birdenbire bende fena bir tesir bıraktı. Kalkıp
elini tutamadım. Zoraki gülümsedim. Mısır gibi hiç olmazsa isimce Müslüman
sayılan bir memlekette bir Türk'ün şapka giymesinde ne vardı? Hatta burada bazı
ecnebiler bile fes giymiyorlar mıydı? Bozulduğumu anladı. Ve aradaki soğuk ve
sıkıcı sessizliği yırttı:
— Burada ne arıyorsunuz, gezmeye mi
geldiniz?
Kısaca,
— Hayır, geçiyordum, dedim.
Tekrar sordu:
— Nereye?
— Bingazi'ye...
— Ooo, kahramanlık ha... Tebrik
ederim. Fakat boşuna çalışıyorsunuz. Artık orası yandı.
Birden böyle
söylemesi canımı daha ziyade sıktı. İstemeyerek biraz kaba cevap verdim:
— Şapka giyen Türkler öyle
sanırlar...
Daha çok
gülümsedi. Ta gözlerimin içine bakıyordu. Biraz yavaşça:
— Fakat azizim, ben Türk değilim,
dedi.
Ben şaşaladım:
— Türk değilseniz, Osmanlısınız
ya?..
— Hayır, Osmanlı da değilim.
— Hiç olmazsa Müslümansınız ya?..
— Hayır azizim, Müslüman da değilim.
Bütün bütün
şaşaladım. Onun da gülümsemesi garipleşmişti...
— O halde nesiniz? diye sordum.
Ve yüzüne
baktım. Soğukkanlılıkla cevap verdi:
— Katoliğim ve Fransız'ım...
Böyle söylemesi
sinirlerime dokundu. Biraz acı ve ekşi, alay etmek istedim. Gülmüyor, yalnız
dişlerimi gösteriyordum:
— Tanıdığım Ahmet Nihat katolik
olabilir. İnancını elbise gibi değiştirebilen, vicdanını adi bir eşya gibi
satan insanlar bu dünyada az değildir. Lâkin İstanbul'da doğan, anası Türk,
babası Türk olan, Türkçe konuşan bir aileden çıkan, damarlarında Türk kanı akan
bir Ahmet Nihat milliyetini değiştiremez, Fransız olamaz, yalnız kendini
aldatır...
— Hayır, kendimi aldatmıyorum. Halis
bir Fransız'ım.
— Mümkün mü? Bu ilme, bu tabiata
aykırı bir şey...
— Bilseniz, doğru söylediğimi
anlayacaksınız. Ama burada olmaz. Biraz uzundur. Haydi kalkınız. Bir yerde
oturalım. Tamamıyla bir Fransız olduğumu anlayınız da, şapka giydiğime
kızmayınız, olur mu?
Sanki alay
ediyordu... Söyleyeceği saçmaları zaten biliyordum. Dinlerin, ananelerin,
âdetlerin, ırk teorisinin hep efsane olduğunu, milliyetlerine güven, terbiye ve
menfaate göre değiştiğini, hangi milletin terbiyesi görülürse, o milletin
ruhuna sahip olunacağını ve nihayet medenilik isteyen bir adamın mutlaka
Avrupalılaşması lazım geldiğini iddia edecekti. Fakat bu boş ve çirkin iddiayı
bir kere de onun ağzından işitmek istedim. Garsona parasını verdim. Ve hemen
kalktım. O, yanımda gidiyordu. Bu milliyetinden çıkmış herif, denizden çıkmış
veya patlamış ölü bir köpek balığına benziyordu. Âdeta bir kokuşmuşluk duyuyor,
iğreniyor, iğreniyordum.
Çok yürümedik,
geniş bir gazinoya girdik. Göz kamaşacak kadar aydınlıktı. Kenarda bir masaya
oturduk... Yanımızda büyük bir saksı vardı, içinde tanımadığım bir bitki büyük
yapraklarını tavana kadar çıkarıyor, iri ve tuhaf gölgelerini üzerimize
düşürüyordu. Dirseklerimi mermere dayadım. "Haydi bakalım, seni
dinliyorum!" gibi bu Türk kaçığının, bu hissiz Sart[2]'ın yüzüne baktım. Hiç heyecan falan
göstermiyor, eski dininden, eski soyundan, eski memleketinden bir arkadaşla
bulunmak onda herhangi bir yesir yapmıyordu.
"Hikâyem
tıpkı hayali, hissi bir roman kadar gariptir" diye başladı, "ihtimal
inanmayacaksınız. Fakat ben sizi sıkmamak için uzatmayarak anlatacağım.
Dikkatle dinleyiniz. Gerçi okulda sizinle çok sıkı görüşmezdik. Ruhlarımız,
meyillerimiz ayrı idi. Aramızda biraz, biraz değil... çok uzaklık vardı. Fakat
yine beni tanırsınız. Hatırlayınız. Siz, Türkler, bana `Frenk Nihat´ derdiniz
ve hakkınız da vardı. Ben son moda elbise giyer, tırnaklarımı uzatır,
dinsizliğimi meydana vurur, Türklüğe dair ne varsa tahkir eder, Türkçe
konuşmayacak kadar nefretimde taassup gösterirdim.
Hep Fransızca
konuşur, tatil zamanlarımı Beyoğlu'nda geçirirdim. Türk ve Türklüğe benzer her
şeyden tiksinir, iğrenirdim. Okuldan ziyade evde azap çekerdim. Babam, iri
vücudu, geniş omuzları, kuvvetli kolları, ablak çehresi, kalın dudaklarıyla
tıpkı budala bir Türk pehlivanını andırırdı. Bütün hareketleri adi, kaba ve
bayağı idi. Gayet narin ve nazik bir Çerkez olan annem, ondan dehşetle nefret
ederdi. Ben bunu anlardım. Akrabalarımın da hiçbirisini sevmezdim. İstanbul
bana zindan gibi gelirdi. Levanten arkadaşlarım olmasaydı belki deli olurdum.
Geceleri Avrupa ve Batı şehirleri rüyama girer, daima odama kapanır, bağırarak
milli parçalar, operalar söyler, kalkar bazı da yapayalnız oynardım. Nihayet
hukuk tahsili için Paris'e gittim. Orada kimse bana Türk diyemezdi. Tamamıyla
Fransızlaşmıştım. Tatil zamanında İstanbul'a dönmedim. Boş yere annem, babam
beni çağırıyordu. Ben okulu bahane ediyordum. İstanbul'da iken rüyalarımı
süsleyen batı hayatı o kadar, o kadar hoşuma gidiyordu ki, memleketimi ve Türk
olduğumu hatırlayınca mahzunlaşır ve titrerdim. Bir iştiyakım, bir hicranım
vardı. Bu hicran dudaklarıma ezelî bir nakarat yapıştırmıştı. Bu nakaratı
kalabalıkta içimden, yalnızken yüksek sesle tekrar eder dururdum:
Ah, ben niçin
bir Fransız doğmadım...
Ve Türk
olduğumu düşünmek, kendimi öldürmek arzuları verirdi. Tahsilimin ikinci
senesini bitirdim. Yine tatil zamanında İstanbul'a dönmedim.
İstanbul'a
gitsem nefret ve hiddetimden öleceğimi sanıyordum. Bir gece tabiiyet[3] ve dinimi değiştirmek aklıma geldi.
Mahkemeye lüzum görmedim. Hemen karar verdim. Bir sene sonra avukat olacaktım.
Paris'te ufak bir mevki bulur, rahatça yaşayabilirdim. Artık hep kararımı dalga
geçiyor , İstanbul'a, Türk muhitine hiç dönmeyeceğim için tarif olunmaz bir
sevinç duyuyordum. Bu esnada İstanbul'dan bir telgraf aldım: `Annenize ameliyat
yapıldı. Ölümü muhakkaktır. Yetişiniz. Size bir vasiyeti var.´ Aldırmadım.
Yirmi dört saat geçmedi. İkinci bir telgraf aldım: `Anneniz ruhunu teslim
ediyor. Size bir vasiyeti var. Gelmezseniz mirasından mahrum kalacaksınız.´
Yine aldırmayacaktım; fakat miras meselesi midemi bulandırdı. En nazik damarımı
bulmuşlardı. Küçükten beri son derece menfaatimi bilir, menfaatimi her şeye
tercih ederdim. Çaresiz kalktım. Bavulumu bile almayarak şimendifere[4] atladım. Yine o iğrenç ciğer gibi
fesi giyecek, yine budala bir Türk'e kırmızı başlı duygusuz bir şampanya
şişesine benzeyecektim. Gardan arabaya atladım. Etrafımı görmemek için
pencerenin perdelerini indirmiştim. Doğru eve geldim. Ayak üzerinde bana
anlattılar. Annemin memesinde seratan[5] çıkmış. İki defa ameliyat yapmışlar.
Doktorlar her gün, `Yarına çıkmaz´ diyorlarmış. Beklemedim. Hemen yanına
girdim. Zavallı annem sanki ölmüştü. Yalnız gözleri yaşıyordu. Beni görünce
güldü, yanına çağırdı. Ellerimi tutmak istedi. Fakat kolunu kaldıramıyordu.
— Herkes dışarı çıksın, herkes...
diye inledi.
Yatağının
başucunda bir inek gibi böğürerek ağlayan gecelik entarili babam, ihtiyar halam,
halamın şişman ve dul kızı, hizmetçiler, hepsi kapıdan dışarı çıktılar. İkimiz
kaldık. Annem zayıf bir sesle:
— Kapıyı sürmele... dedi.
Bu tedbiri
garip buluyordum. Gittim, sürgüyü sürdüm; tekrar yatağın yanına geldim.
— Söyleyeceğim şey biraz uzun Nihat
dedi. Altına bir sandalye al.
Cevap vermeden
itaat ettim. Yüzüne bakıyordum. Sarı ölüm rengi yavaş yavaş soğuk ve korkunç
bir menekşe rengine dönüyordu. Ağlamaya başladı. Gözlerinden iri yaşlar
dökülüyor, saçlarının etrafına asılıp kalıyordu.
— Niçin ağlıyorsun anneciğim?
İnşallah iyi olacaksın! diye elimle başını okşadım.
Gözyaşları
içinde gülerek:
— Teselli istemem Nihat, dedi.
Ölüyorum; bir saat sonra öleceğim. Bırak ağlayayım. Sevincimden ağlıyorum.
Gelmeseydin, yetişmeseydin, mukaddes bir sır da benimle beraber mezara
gidecekti. Senin haberin olmayacaktı.
Bir şey
anlamıyor dalgın dalgın yüzüne bakıyordum. O, zorla kaldırdığı elleriyle
gözlerini kapayarak devam etti:
— Sakın hiddetlenme, kızma... Düşün
ki, işittiklerin bir ölünün ağzından çıkıyor. Ölüler sırlarını saklamazlar.
Ölmezden evvel bütün hayatımızca gizlediğimiz şeyleri söylemek insanların en
mukaddes vazifeleridir.
Ben yine bir
şey anlamıyordum:
— Anneciğim, dedim, niçin
hiddetleneceğim. Ne söylersen seve seve dinleyeceğim. Vasiyetini noktası
noktasına yapacağım. İşte vaat ediyorum.
— Hayır, biliyorum, darılacaksın,
diye cevap verdi. Sağ olsam, ölüm döşeğinde yatmasam, ihtimal beni ayaklarının
altına alacaksın, ezeceksin. Ama şimdi eminim, hiçbir şey, hiçbir şey... elini
bile kaldıramayacaksın. İşte söyleyeyim: Baban, senin asıl baban değildir...
Gözlerimi
açtım. Ve şaşırdım. Zayıf kolunu tutarak:
— Benim babam değil mi? Öyleyse
babam kim? diye haykırdım.
Aptallaşmıştım.
O, bir elini dudaklarına götürerek rica eder gibi bana baktı:
— Yavaş Nihat'çığım, dışarıdan
işitecekler. Halbuki ben yalnız sana söylemek isterim. Ben pek gençken kocaya
vardım. Ölürken bile başımdan ayrılmayan, beni son nefesimde rahat bırakmayan
herif bana o vakitler akla gelmez cefalar çektirmişti. Çocuğu olmuyordu. Her
akşam, `Niçin gebe kalmıyorsun?´ diye beni azarlar, tahkir eder, hırpalardı. Üç
sene bu hayata dayanamadım. Hasta oldum. Yatağa düştüm. Birçok doktorlar geldi.
Beni iyi edemiyorlardı. Nihayet Dubois baktı. Bu bir Fransız'dı. Kırk yaşında
kadar vardı. Saçlarına kır düşmüştü. Gayet tatlı ve yanlış bir Türkçe
konuşuyor, beni gülmekten katıltıyordu. Uzatmayayım. Ben bu Dubois'yi sevdim.
Yataktan kalktıktan sonra bile her hafta beni görmeye geliyor, doktor olduğu
için kimse bir şeyden şüphelenmiyordu. Beyoğlu'ndaki evine de gitmeye başladım.
Aşkımız bir seneden ziyade sürdü. Ben sana gebe kalmıştım. Evet, ondan sana
gebe kalmıştım. Fakat bu talih, bu mutluluk devam etmedi. Mösyö Dubois,
memleketine gidiyordu. Orada babası ölmüş, bütün ailesi, evi, küçük çiftliği
kendisine kalmıştı. Gayet tenhalığı sever bir adamdı. İstanbul'daki mevkiini
bıraktı. Anasının yanına, doğduğu köye çekilmek istiyordu. Beraber kaçmak için
beni o kadar zorladı ki... tarif edemem... Ah keşke kaçsaydım... Nihayet beni
kandıramayacağını anlayınca meyus oldu. Veda için son defa evine gittiğim gün
tam beş saat odasında kapandık. Ve yatağının içinde ağladık, ağladık. Ben
gençtim. Ama o yaşlı başlı idi... Ayrılacağımıza yakın eliyle okşayarak:
— Ah sevgilim, bu benim çocuğum,
fakat yazık ki göremeyeceğim dedi, hayat mutlaka üzüntü ve gözyaşı için
yapılmıştır. Bari vaat et, büyüdüğü vakit, hiç olmazsa görmek için bana
gönderecek misin?
Ağlayarak ve
yemin ederek vaat ettim. Bana köyünün ve çiftliğinin adresini verdi. Ölünceye
kadar oradan ayrılmayacağını söylüyordu. Eminim ki, hâlâ oradadır. Zira çok
hisli ve şair tabiatlı idi. İstanbul'a bile bu tabiatın şevkiyle gelmişti. Bir
de hatıra olmak üzere bir fotoğraf bıraktı.
Yine gözlerini
kapadı. Ve ağlamaya başladı. Hikâyesi ve mazinin tekrarı zavallıyı çok
yormuştu. Hıçkırıklar içinde devam etti:
— O vakitten beri yirmi beş sene
geçti. Ben her zaman gizli gizli bu fotoğrafa bakarım. Sen büyüdün, tamamıyla
ona benzedin... İşte ben ölüyorum. Yastığımın altındaki anahtarları al, şu
konsolu aç. Orada mavi bir zarfın içinde fotoğrafı bulacaksın. Arkasında
babanın, sevgili Dubois'nin adresi yazılıdır. Git, onu bul. Eğer sağ ise söyle
ki, son nefesinde onu hatırlayarak, onun adını söyleyerek, onunla geçirdiğimiz
güzel ve tatlı saatleri düşünerek öldüm.
Ağlıyor ve
tıkanıyordu. Elimi yastığın altına soktum. Mor bir kurdeleye
bağlı dört anahtar vardı. En büyüğüyle yatağın başucundaki konsolu açtım. Mavi
zarfı aldım. Ellerim titriyordu. Fotoğrafa baktım. Birden:
— Oh... dedim.
Bu resim
tamamıyla bana benziyordu. Sanki tamamıyla benim fotoğrafım idi. Yalnız
saçların kırlığı başka idi. Adresi okudum. Paris'in civarında bir köy... Hatta
geçen sene oraya gezmeye gitmiştim. Tekrar zarfı kapadım. Anneme döndüm.
Hıçkırması falan kesilmişti. Eline dokundum. Düştü. Bayılmıştı. Akşama kadar
ayılmadı. Gece de kendine gelmedi. Sabahleyin uyuduğum kanepede gözlerimi
açınca, bütün evi bir feryat kaplamış gördüm. Annem ölmüştü. Cenazeden evvel
ben evden çıktım. Babama yüreğimin dayanamayacağından bahsetmiş ve
kandırmıştım. İlk trene atladım. Paris'e indim. Miras işini babama, pardon...
annemin Türk kocasına bırakıyordum. Vakit geçirmeden Mösyö Dubois'yi buldum.
Anneme bıraktığı adreste oturuyordu. Küçük ve temiz bir köy evi... İlk
görüşmemiz biraz tiyatromsu oldu. O gençlik fotoğrafını görünce her şeyi
hatırladı. Annemin son dakikalarını anlattım.
— Ne sadakat! Ne sadakat, diyor ve
titriyordu.
Bu bunamış, ak
saçlı ve ak sakallı bir ihtiyardı. Beni iyi buldu. Sevdi. Meğerse o da hiç
evlenmemiş. Bana ismini vermeyi teklif etti. Memnuniyetle kabul ettim. Hâsılı
uzatmayayım, dinimi de değiştirdim. İsmim bugün Pierre Dubois... Babamın
Paris'te çok ahbapları vardı. Hukuktan diplomamı alınca bir ticaret bankasında
bana mühim bir memuriyet buldu. Şimdi Mısır'a memuru olduğum bankanın bir işi
için geldim. Ey azizim, şimdi halis bir Fransız olduğumu anladın mı?"
Gülüyor ve muzaffer bir tavırla yüzüme bakıyordu. Mermere dayalı dirseklerim
uyuşmuş, acıyordu. Geri çekildim:
— Anladım, lakin zaten Türk
değilmişsiniz ki... ...............!.. diyerek ayağa kalktım.
O, galiba
benden takdir ve hayret bekliyordu. Sordu:
— Ne o? Gidiyor musunuz? Bari bir
şey içseydiniz. Konuşurduk.
Artık
asabiliğim, Türk kafamı tutmuş, Türk hareminin erişilmez namusu hakkında
beslediğim iman, bu masum ve mukaddes hayal artık kırılmış, artık perişan
olmuştu.
— Mösyö Pierre Dubois ile konuşacak
bir şeyim yok! dedim.
Selam vermeden
ayrıldım. Sokağa kendimi dar attım.
Otelde,
yatağımda o gece sabaha kadar hemen hiç uyumadım. Hep Ahmet Nihat'ın mektepteki
tatsız, biçimsiz hallerini ve soğuk reveranslarını, garip vaziyetlerini
düşünüyor ve sonra İstanbul'da Türklüğünü inkâr eden, Türklükten nefret eden,
Türklüğü hakir görüp bütün varlıklarıyla Avrupalılaşmaya çalışan uzun tırnaklı,
son moda giysili, tek gözlüklü züppeleri hatırlıyor, içimden: "Acaba
bunların da hepsi ......mi? .............; korkunç kâbuslar arasında yırtılmış al ve harap hilaller içinde yükselen
tunç ve ateş renginde büyük; siyah ve kanlı haçlar görüyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder