16 Şubat 2015 Pazartesi

ÖMER SEYFETTTİN ÇANAKKALE’DEN SONRA…HİKAYESİ/ÖYKÜSÜ


 
ÇANAKKALE’DEN SONRA…

…Ona akrabaları “meraklı”, uzaktan tanıyanlar “deli” derlerdi. Yaşı kırk beşi geçiyordu. Henüz evlenmemişti. Yazın hep kırlarda gezer, güneşin doğuşunu ve batışını kaçıklara mahsus bir ehemmiyetle seyrederdi. Kışın yalnız başına oturduğu Acıbadem’deki evinden hiç dışarı çıkmaz, odasında bir aşağı, bir yukarı dolaşır, gümüş bir taç gibi parlayan ak saçlarıyla pek asil, pek nezih görünen başının içindeki o hiç anlaşılmaz fırtınanın gürültülerini dinlerdi. Gayet iyi bir tahsil görmüştü. İsterse, çalışır ve para kazanabilirdi. Hâlbuki o her şeyden vazgeçmiş, bir evvel zaman Epikür’ü gibi yalnız “tabiî ve zarurî” ihtiyaçlarının teminiyle kanaat ediyor, hayatın hemen her şey olan “tabiî ve gayri zarurî”, “gayritabiî ve gayrizarurî” ihtiyaçlarına hiç ehemmiyet vermiyordu. Babasından kalma küçük bir iradı vardı. Ekmek, su, ateş ve esvap parasına yetişiyordu. Evine, birkaç çocukluk ve mektep arkadaşından başka kimse gelmezdi. Onları baldıranlar ve yabani otlarla vahşi bir orman alanına dönmüş bahçesindeki büyük çınar ağacının altına alır, ümitsizliğinin zehrinden onlara acı peymaneler sunardı.
            — Evlen, bu ümitsizlik senden geçer!
diyenlere:
— Dünyaya bir esir getirmek cinayetini kabul etmem.
diye gülümserdi.Çok az lakırtı söylediği için, en sevdiği arkadaşları bile kendisini iyice anlayamamışlardı. “Feylesof, bedbin, derviş, sinirli ve ilah...” derlerdi. Fakat hayır, o.. sade bir ümitsizdi! Mektepten çıktıktan sonra okumaya başlamış, okudukça ümidini kaybetmiş, okuyup düşündükçe intiharı kurmuştu; ama -kuvvetli tahsilin neticesi olan- ilmî fikri ona hâkimdi:
— Aceleye lüzum yok. Mademki talihimiz böyle… Bir köşeye çekilip ölümü
beklemeli… 
demişti. İşte hep o ölümü bekliyordu! Zira kendisine “insan” nazarıyla bakmıyordu. İnsan olmak için mutlaka bir içtimaiyetin, bir milliyetin içinde bulunmak lazımdı... Düşünüyordu: Kendisinin bir milliyeti yoktu; bir içtimaiyeti yoktu. Yalnız, hararetini hissedemediği, lisanından ve duasından bir şey anlamadığı müphem bir dini vardı. Mabedinde ulviyet duymuyor, önünde derin bir ezeliyet görmüyor, semasında İlahî bir mefkûrenin nihayetsizliklerine dalamıyor, siyah toprağın üzerinde tıpkı bir hayvan gibi, bir fert gibi kalıyordu.
Bir hayvan gibi...
Hâlbuki o milliyetiyle, diniyle, mabedinin ulviyetiyle, içtimaiyetinin ezeliyetiyle, mefkûresinin nihayetsizliğiyle bir insan, ahlakî ve manevî bir insan olmak isterdi. Muhiti arzu ve temayüllerini ansızın eriten bir çöl, bir sahra, bir ademdi. “Güzel, iyi ve ulvî” yoktu. Sanat diye biçimsiz hendesî çizgilerden kâbuslar, edebiyat diye Arapça, Acemce manasız ve mücerret terkipler yapılıyor, milliyet inkâr ediliyor, mazi karikatürleştiriliyor, istikbal bir duman hâlinde tasavvur olunuyordu.
—N’olacak, n’olacak?
diye başını avuçlarının içinde sıktıkça, görmediği bir karanlık birsam, kelimeleri baykuş eninlerinden teşekkül etmiş cehennemi bir lisanla ona cevap verirdi:                                                                                                       
            —Yarın Ruslar gelecek. İstanbul’u alacak. İngilizler ve Fransızlar Anadolu’yu yağma edecekler. Namınız tarihten silinecek...
Evet, bu muhakkaktı. Bundan kim şüphe edebilirdi? Kendi ismini bilmeyen, kendi dilini yazmayan, düşmanlarını kardeşi tanıyan bir millet yaşayabilir miydi? Buna imkân var mıydı? Yarın bu kendi ismini bilmeyen, kendi lisanını yazmayan, düşmanını kardeş sanan zavallı millet Rusların, Fransızların, İngilizlerin elinde Hindistan halkı gibi esir olacak, onlara hayvan gibi hizmet edecek, medeniyetten, yani insaniyet ve ahlakiyetten mahrum kalacaktı. Ve kendisi de işte böyle bir esir olmaya namzetti…Bunları düşünürken asabı sarsılır, korkunç bir nöbete tutulur, yarınki “esirlik ve hayvanlık” talihine isyan eder, baldıranları koparır, dikenleri ezer, nihayet bir deli gibi kendini kırlara atardı. Arabalarla eğlenmeye gidenlerin, geçerken hep yandan görünen atlıların, velospitlilerin manzarası ona dokunur:
—Ah esir sürüleri!
diye homurdanırdı. Evet bunların hepsi hayvandı. İnsan değildi. Eğer insan olsaydılar, bu kadar yakın ve muhakkak bir esirlik karşısında nasıl kayıtsız ve mesut eğlenebilirler, gezerler, tozarlar, gülüşürler, oynaşırlardı? Nasıl sevişirler, nasıl evlenirler, nasıl bir ocak dolusu çoluk çocuk yetiştirebilirlerdi? Haberleri yoktu. Felaketten, hiçbir şeyden haberleri yoktu.
...Yine bir yaz günü, bahçesindeki çınarın altında, ölümü bekleyen inmeli bir ihtiyar gibi somurtkan, ümitsizliği sarsıldı. Bir güneş doğuyor sandı. Meşrutiyet ilan olunmuştu. Fakat beş on ay geçmeden ümitsizliği eskisinden beter oldu. Rusların İstanbul’da birtakım adamlara fitne tutuşturmak için her sene üç yüz bin ruble verdiklerini Duma'nın münakaşalarından öğreniyor, kendini idare edemeyen bir milletin sarsaklığını görerek daha ziyade çıldırıyordu. Batan ve doğan güneşlere bakamaz oldu. Vahşî Kazaklarıyla Rus ordularının hücumunu görüyorum zannediyor, gözü kapalı koşarken görmediği bir uçuruma ansızın yuvarlanmış gibi titriyordu. Kuşlar ağlıyor, çiçekler soluyor, yapraklar dökülüyor, ufuklar kararıyordu. Azimsizdi. Muhitine karşı elini kaldırıp:
            —Uyanınız! Kendinizi biliniz. Hayvanlar gibi gayesiz, teşkilatsız, medeniyetsiz yaşamayınız. Bir millet olunuz...
demeye cesaret edemez, bu iktidarı kendinde duyamazdı. Hem artık lafın ne tesiri olabilirdi? İflas fiilen başlamış ve nihayete yaklaşmıştı. Ticaret, zenginlik, para, saadet tamamıyla yabancıların eline geçmişti. Kapitülasyonlar bir milleti yavaş yavaş öldüren bir idam makinesi, bir gasp müessesesi idi. Hakikati kimse görmüyor, yaklaşan felaketten kaçmak için kimse, hiç olmazsa ricat istikametini tayin edemiyordu.
—Ah hakikati idrâk etmiş bir kahraman çıksa…
diye inlerdi. Çoraklardan, taşlıklardan, harabelerden, viranelerden gelen yakıcı bir rüzgâr gibi, bazen bir mefkûre cereyanı eser, kurtulmak isteyen, hürriyeti seven, ahlakiyeti insanlık bilen ruhları toplardı. O da, uzaktan, hissettiği her cereyana kapıldı. Yeni mürşitlerin ağzına baktı. Kimi “Her şeyi Allah’tan bileceksin.” diyor, kimi tarihe bu kadar şanlı sahifeler yazdırmış olan Türkleri Borneolular, Fiçi[1] Adalılar, Cavalılar[2], Somatralılar[3]...  Ve ilah[4] gibi iptidaî ve nim vahşi kabileler ve kavimlerin medeni seviyelerine, iptidai[5] zihniyetlerine indirerek sözde siyasi bir vahdet icat etmek istiyordu. Trablus muharebesinden sonra birdenbire üzerimize yığılan Balkan felaketi onu yatağa serdi. Artık Türkiye’nin Avrupa’daki kısmı gitmiş ve geri kalanı da “menfaat mıntıkaları” namı altında taksim olunmuştu. Bundan sonra onun hiç ümidi kalmadı. Köşküne kapandı. Ve Rusları bekledi. İşte son adım da atılmıştı.
Umumi Harp ilan olununca, köşesinde bir kere daha kıvrandı. Artık bu sefer hakikaten son saatti! Ruslar Ayasofya’ya haçlarını asacaklar, Garbi Asya’nın bu köşesindeki bin senelik bir Türk tarihi kapanacaktı. Şuurunu kaybetmiş bir milletin esirliğini görmemek için, kendini öldürmeye karar verdi.
Fakat Ruslar girerken...
diyordu. Ah eğer muhit insan olsaydı, ölümü esirlikten daha kolay kabul edebilirdi.
Çanakkale’yi İngiliz, Fransız topları dövüyordu.
Ha bugün, ha yarın...
Düşman muhakkak bir surette bekleniyordu. Anadolu’ya hicret başlıyor, ve yavaş yavaş mahalleler boşalıyordu. O da birçokları gibi düşmanı bekliyor:
—Nihayet bir haftaya kadar…
diyordu. Bu haftalardan birçoğu birbir arkasına geçti. İngiliz ve Fransız zırhlıları Çanakkale’yi geçemedi. Hicret edenler döndüler.
O, bu mucizeden şaşkın bir hâlde, köşkünden dışarı çıktı. Yüz.. binlerce askerler sokakları, meydanları, kırları dolduruyordu.  Bu intizam, bu ruh, bu ordu, bu millet birdenbire nereden doğuvermişti? Anlayamıyordu...
Bir sene, her gün başka bir muzafferiyet haberi getirerek, geçti. Çanakkale’de hemen bir milyonluk düşman ordusu eritildi. Denize sürüldü. Büyük zırhlılar battı. Mağlup edilmez sanılan İngilizlerin bayrakları yere düşürüldü. Hele Ruslar... Yalnız İstanbul’u ele geçirmek için bu muharebeye girdiklerini nutuklarla ilan etmekten başka bir şey yapamadılar.
... Onun ümitsizliği geçtikçe gözleri açılıyor, artık yaşayan, kendini duyan, mefkûresini bilen bir milletin içinde olduğunu görüyordu. Kapitülasyonlar kalkıyor, dahilî düşmanlar temizleniyor, zehirli tufeyliler gibi milletin bünyesi üzerine üşüşüp kanını emen hainlerin elinden “iktisat ve istismar” silahları alınmaya çalışılıyordu. İşte ümidini kestiği bu muhit nihayet bir millet oluyor ve Türklerin, arasında da “iş bölümü” fikri uyanıyordu.
... Köşkünün baldıranlarını söktürdü. Süprüntülerini temizlettirdi. Onu deli ve meraklı bilen komşular bu tebeddüle şaşıyorlardı. 
Köşk tamir olunmaya başladı. Köşkün beyi de temiz ve yeni esvaplar giymeye başladı. On beş, yirmi senedir kapalı ve boş vakit geçiren bu beyin hâriciyeye tercüman olduğunu duydular.
Yaşı elliye yaklaşıyordu. Saçları bembeyazdı. Fakat milletinin birden uyanışı, saadeti, hareketi onu gençleştirdi. Ve evlenmeye kalktı. Bir sene evvel kargaların tünediği çınara şimdi bir bülbül konmuş, ötüyordu.
Komşular, bir akşam, yeni boyanan köşkün pencerelerinden ziyalar fışkırdığını gördüler. Mesut ve şen kahkahaları, ruhanî musiki ahenklerini duyunca, bir düğün olduğunu anladılar!
 …Ümitsizliği geçince onun bütün hayatı kuvvetli bir bahar oldu. Yalnız başındaki aklar… İşte hâlâ duruyordu. Fakat bu aklar, yüksek, bir dağın üzerindeki ulvi ve temiz karlar gibi yüksek, “emel yollarını” kapayamıyordu. Baldıranların yerlerinde menekşeler bitmişti.
Bütün bahçeden tatlı bir koku, gizli gizli geçen rüzgâra karışıyor; bu evin saadetinden, diğer mesut aile ocaklarına sahipsiz ve manevî bir selam götürüyordu.
Serince bir sabah, o, yeni yapılmış tarhların arasında dalgın ve biraz rahatsız geziniyordu. Köşkün kapısından ansızın bir ses bağırdı:
            —Beyefendi, müjde!
            —….
            —Kurtuldu, müjde!
            —Erkek mi?
—Hayır, bir kız… Nur topu gibi!
Hızla içeri girdi. Karısının başı ucuna koştu; saf ve güzel kadın, pembe ipek perdeli beyaz yatağının içinde, akşam zamanı batan güneşin veda eden rengiyle sararmış bir melaike gibi sakin ve hâlsiz yatıyordu. Onu görünce gülümsedi. Yavaş.. ancak işitilir, gayri nâsutî bir sada ile:
—Adını ne koyalım?
dedi.
            —Mefkûre…
Ve  titreyerek, döndü. Kendisine uzattıkları ince ve beyaz bir kundağa sarılmış kızına baktı. Istırap ve elem içinde geçen mazisini, ak saçlarını, her şeyini bir anda unuttu. Bu yeni doğan yavrunun hayata henüz açılmış masum ve sakin gözlerinde açık mavi bir ümit fecri parlıyordu. Bu nihayetsiz fecrin ezeli nurlarıyla bütün ruhunun dolduğunu, tutuştuğunu duydu. Gözleri sevinçten yaşardı. Ruhuna dolan nurlar etrafını da kapladı. Artık bu heyecan tufanı içinde hiçbir muayyen şekli göremiyor, yalnız karısının -kendi ruhundan çıkıyor sandığı- nazlı, tatlı, ince sesini işitiyor gibi oluyordu:
—Mefkûre…
— Ah, ne güzel isim!

Yeni Mecmua, C. 1, S. 6, 16 Ağustos 1917, s. 119-120
YAZAN: Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI





[1] Fiji adası.
[2] Java adası.
[3] Sumatra adası.
[4] Ve başkaları, ve benzerleri, (v.b.).[Arapçada: “sonuna kadar, diğerleri de böyledir” manasına gelip “ilâ-âhirihi”nin kısaltmasıdır.]
[5] Bu kelime metinde “mînâî” şeklinde geçmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder