…Ona
akrabaları “meraklı”, uzaktan tanıyanlar “deli” derlerdi. Yaşı kırk beşi
geçiyordu. Henüz evlenmemişti. Yazın hep kırlarda gezer, güneşin doğuşunu ve
batışını kaçıklara mahsus bir ehemmiyetle seyrederdi. Kışın yalnız başına
oturduğu Acıbadem’deki evinden hiç dışarı çıkmaz, odasında bir aşağı, bir
yukarı dolaşır, gümüş bir taç gibi parlayan ak saçlarıyla pek asil, pek nezih
görünen başının içindeki o hiç anlaşılmaz fırtınanın gürültülerini dinlerdi.
Gayet iyi bir tahsil görmüştü. İsterse, çalışır ve para kazanabilirdi. Hâlbuki
o her şeyden vazgeçmiş, bir evvel zaman Epikür’ü gibi yalnız “tabiî ve zarurî”
ihtiyaçlarının teminiyle kanaat ediyor, hayatın hemen her şey olan “tabiî ve
gayri zarurî”, “gayritabiî ve gayrizarurî” ihtiyaçlarına hiç ehemmiyet
vermiyordu. Babasından kalma küçük bir iradı vardı. Ekmek, su, ateş ve esvap
parasına yetişiyordu. Evine, birkaç çocukluk ve mektep arkadaşından başka kimse
gelmezdi. Onları baldıranlar ve yabani otlarla vahşi bir orman alanına dönmüş
bahçesindeki büyük çınar ağacının altına alır, ümitsizliğinin zehrinden onlara
acı peymaneler sunardı.
— Evlen, bu ümitsizlik senden geçer!
diyenlere:
—
Dünyaya bir esir getirmek cinayetini kabul etmem.
diye
gülümserdi.Çok az lakırtı söylediği için, en sevdiği arkadaşları bile kendisini
iyice anlayamamışlardı. “Feylesof, bedbin, derviş, sinirli ve ilah...”
derlerdi. Fakat hayır, o.. sade bir ümitsizdi! Mektepten çıktıktan sonra
okumaya başlamış, okudukça ümidini kaybetmiş, okuyup düşündükçe intiharı
kurmuştu; ama -kuvvetli tahsilin neticesi olan- ilmî fikri ona hâkimdi:
—
Aceleye lüzum yok. Mademki talihimiz böyle… Bir köşeye çekilip ölümü
beklemeli…
demişti.
İşte hep o ölümü bekliyordu! Zira kendisine “insan” nazarıyla bakmıyordu. İnsan
olmak için mutlaka bir içtimaiyetin, bir milliyetin içinde bulunmak lazımdı...
Düşünüyordu: Kendisinin bir milliyeti yoktu; bir içtimaiyeti yoktu. Yalnız,
hararetini hissedemediği, lisanından ve duasından bir şey anlamadığı müphem bir
dini vardı. Mabedinde ulviyet duymuyor, önünde derin bir ezeliyet görmüyor,
semasında İlahî bir mefkûrenin nihayetsizliklerine dalamıyor, siyah toprağın
üzerinde tıpkı bir hayvan gibi, bir fert gibi kalıyordu.
Bir
hayvan gibi...
Hâlbuki
o milliyetiyle, diniyle, mabedinin ulviyetiyle, içtimaiyetinin ezeliyetiyle,
mefkûresinin nihayetsizliğiyle bir insan, ahlakî ve manevî bir insan olmak
isterdi. Muhiti arzu ve temayüllerini ansızın eriten bir çöl, bir sahra, bir
ademdi. “Güzel, iyi ve ulvî” yoktu. Sanat diye biçimsiz hendesî çizgilerden
kâbuslar, edebiyat diye Arapça, Acemce manasız ve mücerret terkipler yapılıyor,
milliyet inkâr ediliyor, mazi karikatürleştiriliyor, istikbal bir duman hâlinde
tasavvur olunuyordu.
—N’olacak,
n’olacak?
diye
başını avuçlarının içinde sıktıkça, görmediği bir karanlık birsam, kelimeleri
baykuş eninlerinden teşekkül etmiş cehennemi bir lisanla ona cevap
verirdi:
—Yarın Ruslar gelecek. İstanbul’u
alacak. İngilizler ve Fransızlar Anadolu’yu yağma edecekler. Namınız tarihten
silinecek...
Evet,
bu muhakkaktı. Bundan kim şüphe edebilirdi? Kendi ismini bilmeyen, kendi dilini
yazmayan, düşmanlarını kardeşi tanıyan bir millet yaşayabilir miydi? Buna imkân
var mıydı? Yarın bu kendi ismini bilmeyen, kendi lisanını yazmayan, düşmanını
kardeş sanan zavallı millet Rusların, Fransızların, İngilizlerin elinde
Hindistan halkı gibi esir olacak, onlara hayvan gibi hizmet edecek,
medeniyetten, yani insaniyet ve ahlakiyetten mahrum kalacaktı. Ve kendisi de
işte böyle bir esir olmaya namzetti…Bunları düşünürken asabı sarsılır, korkunç
bir nöbete tutulur, yarınki “esirlik ve hayvanlık” talihine isyan eder,
baldıranları koparır, dikenleri ezer, nihayet bir deli gibi kendini kırlara
atardı. Arabalarla eğlenmeye gidenlerin, geçerken hep yandan görünen atlıların,
velospitlilerin manzarası ona dokunur:
—Ah
esir sürüleri!
diye
homurdanırdı. Evet bunların hepsi hayvandı. İnsan değildi. Eğer insan
olsaydılar, bu kadar yakın ve muhakkak bir esirlik karşısında nasıl kayıtsız ve
mesut eğlenebilirler, gezerler, tozarlar, gülüşürler, oynaşırlardı? Nasıl
sevişirler, nasıl evlenirler, nasıl bir ocak dolusu çoluk çocuk
yetiştirebilirlerdi? Haberleri yoktu. Felaketten, hiçbir şeyden haberleri
yoktu.
…
...Yine
bir yaz günü, bahçesindeki çınarın altında, ölümü bekleyen inmeli bir ihtiyar
gibi somurtkan, ümitsizliği sarsıldı. Bir güneş doğuyor sandı. Meşrutiyet ilan
olunmuştu. Fakat beş on ay geçmeden ümitsizliği eskisinden beter oldu. Rusların
İstanbul’da birtakım adamlara fitne tutuşturmak için her sene üç yüz bin ruble
verdiklerini Duma'nın münakaşalarından öğreniyor, kendini idare edemeyen bir
milletin sarsaklığını görerek daha ziyade çıldırıyordu. Batan ve doğan
güneşlere bakamaz oldu. Vahşî Kazaklarıyla Rus ordularının hücumunu görüyorum
zannediyor, gözü kapalı koşarken görmediği bir uçuruma ansızın yuvarlanmış gibi
titriyordu. Kuşlar ağlıyor, çiçekler soluyor, yapraklar dökülüyor, ufuklar
kararıyordu. Azimsizdi. Muhitine karşı elini kaldırıp:
—Uyanınız! Kendinizi biliniz.
Hayvanlar gibi gayesiz, teşkilatsız, medeniyetsiz yaşamayınız. Bir millet
olunuz...
demeye
cesaret edemez, bu iktidarı kendinde duyamazdı. Hem artık lafın ne tesiri
olabilirdi? İflas fiilen başlamış ve nihayete yaklaşmıştı. Ticaret, zenginlik,
para, saadet tamamıyla yabancıların eline geçmişti. Kapitülasyonlar bir milleti
yavaş yavaş öldüren bir idam makinesi, bir gasp müessesesi idi. Hakikati kimse
görmüyor, yaklaşan felaketten kaçmak için kimse, hiç olmazsa ricat istikametini
tayin edemiyordu.
—Ah
hakikati idrâk etmiş bir kahraman çıksa…
diye
inlerdi. Çoraklardan, taşlıklardan, harabelerden, viranelerden gelen yakıcı bir
rüzgâr gibi, bazen bir mefkûre cereyanı eser, kurtulmak isteyen, hürriyeti
seven, ahlakiyeti insanlık bilen ruhları toplardı. O da, uzaktan, hissettiği
her cereyana kapıldı. Yeni mürşitlerin ağzına baktı. Kimi “Her şeyi Allah’tan
bileceksin.” diyor, kimi tarihe bu kadar şanlı sahifeler yazdırmış olan
Türkleri Borneolular, Fiçi[1]
Adalılar, Cavalılar[2],
Somatralılar[3]...
Ve ilah[4] gibi
iptidaî ve nim vahşi kabileler ve kavimlerin medeni seviyelerine, iptidai[5]
zihniyetlerine indirerek sözde siyasi bir vahdet icat etmek istiyordu. Trablus
muharebesinden sonra birdenbire üzerimize yığılan Balkan felaketi onu yatağa
serdi. Artık Türkiye’nin Avrupa’daki kısmı gitmiş ve geri kalanı da “menfaat
mıntıkaları” namı altında taksim olunmuştu. Bundan sonra onun hiç ümidi
kalmadı. Köşküne kapandı. Ve Rusları bekledi. İşte son adım da atılmıştı.
…
Umumi
Harp ilan olununca, köşesinde bir kere daha kıvrandı. Artık bu sefer hakikaten
son saatti! Ruslar Ayasofya’ya haçlarını asacaklar, Garbi Asya’nın bu
köşesindeki bin senelik bir Türk tarihi kapanacaktı. Şuurunu kaybetmiş bir
milletin esirliğini görmemek için, kendini öldürmeye karar verdi.
Fakat
Ruslar girerken...
diyordu.
Ah eğer muhit insan olsaydı, ölümü esirlikten daha kolay kabul edebilirdi.
Çanakkale’yi
İngiliz, Fransız topları dövüyordu.
Ha
bugün, ha yarın...
Düşman
muhakkak bir surette bekleniyordu. Anadolu’ya hicret başlıyor, ve yavaş yavaş
mahalleler boşalıyordu. O da birçokları gibi düşmanı bekliyor:
—Nihayet
bir haftaya kadar…
diyordu.
Bu haftalardan birçoğu birbir arkasına geçti. İngiliz ve Fransız zırhlıları
Çanakkale’yi geçemedi. Hicret edenler döndüler.
O,
bu mucizeden şaşkın bir hâlde, köşkünden dışarı çıktı. Yüz.. binlerce askerler
sokakları, meydanları, kırları dolduruyordu.
Bu intizam, bu ruh, bu ordu, bu millet birdenbire nereden doğuvermişti?
Anlayamıyordu...
Bir
sene, her gün başka bir muzafferiyet haberi getirerek, geçti. Çanakkale’de
hemen bir milyonluk düşman ordusu eritildi. Denize sürüldü. Büyük zırhlılar
battı. Mağlup edilmez sanılan İngilizlerin bayrakları yere düşürüldü. Hele
Ruslar... Yalnız İstanbul’u ele geçirmek için bu muharebeye girdiklerini
nutuklarla ilan etmekten başka bir şey yapamadılar.
...
Onun ümitsizliği geçtikçe gözleri açılıyor, artık yaşayan, kendini duyan,
mefkûresini bilen bir milletin içinde olduğunu görüyordu. Kapitülasyonlar
kalkıyor, dahilî düşmanlar temizleniyor, zehirli tufeyliler gibi milletin
bünyesi üzerine üşüşüp kanını emen hainlerin elinden “iktisat ve istismar”
silahları alınmaya çalışılıyordu. İşte ümidini kestiği bu muhit nihayet bir
millet oluyor ve Türklerin, arasında da “iş bölümü” fikri uyanıyordu.
...
Köşkünün baldıranlarını söktürdü. Süprüntülerini temizlettirdi. Onu deli ve
meraklı bilen komşular bu tebeddüle şaşıyorlardı.
Köşk
tamir olunmaya başladı. Köşkün beyi de temiz ve yeni esvaplar giymeye başladı.
On beş, yirmi senedir kapalı ve boş vakit geçiren bu beyin hâriciyeye tercüman
olduğunu duydular.
Yaşı
elliye yaklaşıyordu. Saçları bembeyazdı. Fakat milletinin birden uyanışı,
saadeti, hareketi onu gençleştirdi. Ve evlenmeye kalktı. Bir sene evvel
kargaların tünediği çınara şimdi bir bülbül konmuş, ötüyordu.
Komşular,
bir akşam, yeni boyanan köşkün pencerelerinden ziyalar fışkırdığını gördüler.
Mesut ve şen kahkahaları, ruhanî musiki ahenklerini duyunca, bir düğün olduğunu
anladılar!
…
…Ümitsizliği geçince onun bütün hayatı
kuvvetli bir bahar oldu. Yalnız başındaki aklar… İşte hâlâ duruyordu. Fakat bu
aklar, yüksek, bir dağın üzerindeki ulvi ve temiz karlar gibi yüksek, “emel
yollarını” kapayamıyordu. Baldıranların yerlerinde menekşeler bitmişti.
Bütün
bahçeden tatlı bir koku, gizli gizli geçen rüzgâra karışıyor; bu evin
saadetinden, diğer mesut aile ocaklarına sahipsiz ve manevî bir selam
götürüyordu.
Serince
bir sabah, o, yeni yapılmış tarhların arasında dalgın ve biraz rahatsız
geziniyordu. Köşkün kapısından ansızın bir ses bağırdı:
—Beyefendi, müjde!
—….
—Kurtuldu, müjde!
—Erkek mi?
—Hayır,
bir kız… Nur topu gibi!
Hızla
içeri girdi. Karısının başı ucuna koştu; saf ve güzel kadın, pembe ipek perdeli
beyaz yatağının içinde, akşam zamanı batan güneşin veda eden rengiyle sararmış
bir melaike gibi sakin ve hâlsiz yatıyordu. Onu görünce gülümsedi. Yavaş..
ancak işitilir, gayri nâsutî bir sada ile:
—Adını
ne koyalım?
dedi.
—Mefkûre…
Ve titreyerek, döndü. Kendisine uzattıkları ince
ve beyaz bir kundağa sarılmış kızına baktı. Istırap ve elem içinde geçen
mazisini, ak saçlarını, her şeyini bir anda unuttu. Bu yeni doğan yavrunun
hayata henüz açılmış masum ve sakin gözlerinde açık mavi bir ümit fecri
parlıyordu. Bu nihayetsiz fecrin ezeli nurlarıyla bütün ruhunun dolduğunu,
tutuştuğunu duydu. Gözleri sevinçten yaşardı. Ruhuna dolan nurlar etrafını da
kapladı. Artık bu heyecan tufanı içinde hiçbir muayyen şekli göremiyor, yalnız
karısının -kendi ruhundan çıkıyor sandığı- nazlı, tatlı, ince sesini işitiyor
gibi oluyordu:
—Mefkûre…
—
Ah, ne güzel isim!
Yeni
Mecmua, C. 1, S. 6, 16 Ağustos 1917, s. 119-120
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder