Eski
Kahramanlar
Alaca
karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın müphem hayali gibi yükselen Şalgo
burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampet, boru seslerini akşamın hafif
rüzgarı, derin bir uğultu halinde, her tarafa yayıyor..[.] kederli bağrışmalarıyla
ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri bulutlu havanın donuk hüznünü daha
beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki
dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız
korular sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.
Burcun
tepesinde, beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla,
kıvranıyordu.
İki bin
kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giren geniş yolun sağındaki büyük
dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar yabancı
kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla
kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda
kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam
namazından dağılan askerler çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa
emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz..[.] başlayacak sükûnu
bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte
direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde
kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı
şair kumandan[,] gözlerini alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti.
Karşısında diz çökmüş kethüdasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım
saat evvel dört nala gelen bu adam yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta
oluyor, kumandanının "Gündersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak"
teklifini havi bir mektubunu[,] tek başına[,] Hâdim Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama
paşa çok meşguldü. Vakit bulup cevap verememişti. Dregley kalesini sarıyordu.
Muhasaranın iptidasından nihayetine kadar hazır bulunan kethüda şimdi orada
gördüklerini söylüyordu; bu kale gayet sarp, gayet dik bir kayanın zirvesine
yapılmıştı. Arslan Bey sordu:
— Bizim
kaleden daha yüksek mi?
— Daha
yüksek beyim.
Kumandanın
“bizim kale” dediği henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo burcu idi.
Fakat o, burasını birkaç gün içinde zapt edeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç
hafta evvel Boza kulesinde hücumlarına karşı durmak isteyen Andrenaki, Mihâl
Terşi, Etiyen Soşay[,] nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl
kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak, lütfuna teşekkürler ederek çekilip
gitmişlerdi...
— Ben bir kalenin
karşısında çok duramam, dedi, hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa, çok sabırlı...
Maşallah!
Kethüda
başını kaldırdı:
— O da
sabırsız... Ama[,] ne yapsın? Dregley pek yalçın, pek sarp... Borsem dağları
içinde baş kale bu imiş diyorlar.
— Paşa
muhafızlara evvela teslim teklif etmedi mi?
— Etti.
— Kabul
etmediler mi?
— Hayır,
etmediler.
— Kalenin
kumandanı kimdi?
— Zondi
isminde bir kahraman...
— Ben
onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar..[.] “Vire”yi bozarlar. Elçiye hakaret
ederler.
— Hayır,
Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam.
— Paşa
teslim teklifini kiminle gönderdi?
— Papaz
Marten Uruçgalo ile...
— Ne ise...
Türk elçi gönderseydi mutlaka kafasını keserler, bedenlerden aşağı
fırlatırlardı.
— Paşa Türk
elçisi gönderseydi[,] Zondi bunu
yapmazdı.
— Ne
biliyorsun?
— Papaz
Marten'e söylediği sözlerden anladım.
— Ne demiş?
— Demiş ki:
"Git[,] paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük
hakaret olamaz. O nasıl harp adamı ise ben de harp adamıyım. Ya ölürüm, ya
galip gelirim. Ama görüyorum ki benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle
hücum etsin. Ben mutlaka[,] yıkılacak kalenin taşları altında kalmak
isterim."
— Sahi,
namuslu bir askermiş...
Kethüda:
— Yalnız
namuslu bir asker değil, Arslan Bey, dedi, hem de gayet âlicenap bir mert...
— Nasıl?
— Bakın
anlatayım. Papaz Marten ordugâha ret haberini getirmek için dönerken Zondi onu
tutmuş. Evvelce esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara
gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş.
"Al bunları paşaya götür. Benim ile beraber ölmelerini istemiyorum. Çok
yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker
yetiştirmiş olur." demiş.
— Sahi
âlicenap bir adammış...
— Sonra,
elimize diri geçen esirlerden işittik; kalenin avlusuna silahlarını, gümüş
takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak yakmış. Ahırındaki muharebe
atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker kalenin
kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri
yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı
kılıçla, mızrakla delik deşik olup ölünceye kadar vuruştu.
— Demek paşa
bu mert düşmanla konuşamadı.
— Evet,
konuşamadı. Vücuduyla kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezarının üstüne
bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti.
— Aşk olsun!
Ben olsam bir türbe yaptırırım. Vallahi...
Arslan Bey
düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca harp bir mertlik
sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine iltica edenlere hiç aman vermez:
"Hain, her yerde haindir." diye hemen boynunu vurdururdu.
Ortalık
bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.
Kethüda,
uzun uzadıya anlattığı Dregley kalesinin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı
namazı için abdest suyu taşıyan angaryacılar, meş'alelerle geçmeye başladılar.
Arslan Bey Şalgo'nun, ıslanmış[,] hasta,
ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ziyalarına bakıyor, kethüdanın
sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların
hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde
tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni kalesinin muhafızları, daha Ali
Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını,
mallarını, hatta ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp bir kurşun atmadan
kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Şağ, Keyarmat
kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi…
— Hepsinin
zaptı belki bir ay sürmez.
diye
mırıldandı. Kethüda kumandanının ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı.
Sordu:
— Bu kalenin
zaptı mı beyim?
— Hayır,
canım... Bu birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört
beş kale var... Onların hepsini diyorum.
— Bir ayda
dört beş kale... Bu güç beyim.
— Niçin?
— Daha bu
kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler.
— Ben
burasını, bir kurşun atmadan alacağım.
— Nasıl
beyim?
— Senin
aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün...
— Hiç topa
tutmadan hücum mu edeceğiz?
— Hayır.
— Ya ne
yapacağız?
— Havanın
kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin.
— ! ! !
Arslan Bey,
planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var"
derdi. Ağızdan çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kethüda gibi bu sessiz, bu
manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlamıyorlardı.
Kumandanın imdat, cephane, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler:
"Biz burasını imdat gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne
duruyoruz?" diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği
günden beri askere istirahat ettiren Arslan Bey her sabah erkenden atına
biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor,
gülerek dönüyor:
— Hava
bozmayacak mı? Ah biraz sis olsa...
diye
gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu. İşte kethüdanın
getirdiği mektupla Ali Paşa da, teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince
ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofel’i, Pallaviçini'yi
diri diri esir tutabilecekti.
Koyu
karanlık içinden, uzaktan uzağa, Şalgo burcundaki nöbetçilerin attıkları acı naralar,
acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut
suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kethüdasıyla öteden beriden
konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı.
Birdenbire sordu:
— Hava
kapanıyor gibi, değil mi?
— Evet....
— Bakalım
yarın...
— Hücum mu
edeceğiz beyim?
— Hayır
canım, hava bozsun, görürsün.
Kethüda yine
bir şey anlamadı…
…
Bir sabah...
Binlerce bacadan
henüz tütmüş soğuk, nemli[,] bir duman kadar koyu bir sis her tarafı
kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar,
hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri
duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde
buluşuyordu. Arslan Bey[,] atını hazırlatmıştı. Yine yapyalnız, her günkü
gittiği yere doğru kaybolacaktı.
O kadar
neşeli idi ki...
Bütün zabitleri,
çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı
yerde, bir ayağı üzengide:
— Ağalar,
dedi, bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır
olunuz.
Nihayetleri
görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde muallakta
duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:
— Siz
gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?
Arslan Bey
güldü:
— Hayır...
Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap.
— Nasıl
gürültü beyim?
— Toplarını
nafile yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır.
Avazları çıktğı kadar “heya, mola,
yisa…” diye bağırt!
— ....
— Anlamıyor
musun? Yalnız gürültü istiyorum.
— Pekâlâ
beyim.
Sonra diğer
zabitlere döndü:
— Siz de bütün
askerlerinizi muharebe nizamıyla bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok
gürültü yaptırın. “Heya, mola.[..]” çektirin. Angarya naraları attırın. İş
türküleri söylettirin.
İhtiyar
topçubaşı gibi zabitler de, çavuşlar da bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat
onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.
— Başüstüne,
başüstüne.
— Haydi, ama
çabuk...
— ....
Hepsi iki
adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince
yuları tutan kethüdasına:
— Sen de
koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli
mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni
bekle. Haydi.
— Başüstüne.
— Ama çabuk…
— ....
Hızla
mahmuzlanan azgın at şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki, sırmalı
kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le, esatirî bir kuş gibi
uçtu.
Biraz sonra…
Nereden
geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor, ileri geri,
yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at
kişnemelerine karışıyor, alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız
tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler harp
nizamında bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla
birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı.
Sağ taraftan
topçuların “Heya, mola”ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun
başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük
tabanca, tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı.
Safların arasında, topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.
Askerler[,]
zabitlerin emriyle, oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü
ediyorlardı.
Nihayet Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atıyla
duman içinde harp sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda:
— Yiğitlerim!
Sis açılmaya başladı mı, hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek
gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif
edeceğim.
Diyordu.
Topçuların,
topçulara karışan angaryacıların “Heya, mola” naraları gittikçe ziyadeleşiyor,
büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı akislerle görünmeyen dağları, taşları
inletiyordu.
…
Öğleye doğru
sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağıyla Şalgo'yu
bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Şimalden esen bir rüzgâr dumanları
dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu.
Artık herkes
birbirini görüyordu.
Kaleye pek
yaklaşılmıştı. Askerler[,] gözleriyle kumandanlarını aradılar. Burç kapısına
giden yolun, gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda
sürüsü vardı. Burcun tepesinde siperlerin arasında kalkanlı, tüfekli adamlar
geziniyordu.
Cesur Arslan
Bey kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki
kethüdasıyla, genç tercüman koştular...
Gür sesiyle
haykırdı:
— Hey bre
Şalgo muhafızları! Ben[,] padişahımın dedesine sizin kralınızın
memleketlerinden büyük yerler zapt etmiş Bosna valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım.
Ceddim Hamza Balı Bey daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan
etmiş, Viyana Muhasarasında, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben hangi kaleye
gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla “Boza” kulesini yerle
bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını
bağışladım. Vadiye çekildim. Geçip gitmeleri için yol verdim. Haydi gelin. Siz
de teslim olun. Nafile yere kanınızı döktürmeyin....
Kale ile
beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi tercüman avazı çıktığı kadar
bağırarak tekrarladı.
Derin bir
sükût....
Arslan
Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa sola tepiniyor, kethüda dizgininden
tutmaya çalışıyordu.
Burcun
tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:
— “Ne gibi
şartlarla?” diyorlar, beyim.
Arslan Bey,
deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:
— Şartım
filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız beş dakika
sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde
gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda
ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan
İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş
edeceğim. İkinci atıma hacet yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz… Acıyorum
size...
Genç
tercüman[,] bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken[,] bütün askerler[,]
gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında uzun, büyük, gayet
büyük, gayet kalın, gayet siyah, gayet müthiş bir topun korkunç bir ejderha
gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sedaları yükseldi. Herkes
Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyor, demek bu top
geliyormuş...
…
Biraz
sonra...
Şalgo'nun
tepesinde şan, namus kefeni olan meş'um beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir
kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğlu kumandan, altın kılıçlı
asilzâdeler, zırhlı şövalyeler Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları
alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına
götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al
yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağrışıyorlar, aralarındaki
dervişler bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.
Teslim olan
kumandanla erkânına Arslan Bey:
—
Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz “Vire”yi bozmayız. Gelin[,] size elli manda ile buraya getirdiğim
topu seyrettireyim.
Dedi.Tercüman
bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti
yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in
arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey[:][1]
— İşte, dedi,
sizin böyle topunuz var mı!
Düşman
kumandanı tercümanla cevap verdi:
— Hayır.
— Niçin
yapmıyorsunuz?
—
Bilmiyoruz.
Genç irisi
bir şövalye tercümana bir şey sordu. Arslan Bey:
— Ne diyor?
Dedi.
— “Bey bu
topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiş?” diyor.
— Sen de ki:
"İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış."
Tercüman bu
sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey daha ziyade yaklaşıp
elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyletti.
Mağrur kumandan, kahraman asilzâdeler, cesur şövalyeler büyük topun etrafına
toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey öteki eliyle
gülümseyerek palabıyıklarını büküyor, arkasındaki kethüda başını kaşıyarak
gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı
nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa ellerini sürdüler. Deliğini
aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar.
Öyle kaldılar. Kollarını çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek
mırıldandı. Arslan Bey tercümana baktı:
— Ne diyor?
— "Bu
mertlik değil..." diyor.
— Ona sor
ki: "Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak hemen teslim oluvermek
mi mertliktir?"
Tercüman
sordu.
— ....
— ....
Kale kumandanı gözlerini yerden kaldırıp cevap
veremedi. Asilzâdeler, şövalyeler birbirlerinin yüzlerine bakmaya bile cesaret
edemediler; ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup
kaldılar.
Bir
güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top siyaha boyanmış kocaman bir kütükten
başka bir şey değildi!
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder