-Halk edebiyatından-
Durmuş'un
bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Ama gençti. Kuvvetli idi. Öküzünün
biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini düzebilmek için
gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz
kalırsa, kimin işi bozulursa İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını
omuzladı. Çarıklarını sıktı. Eline bir değnek aldı. Gurbetçilerin arasına
katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul'a geldi. İki gün hemşehrilerinin
kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu.
— Bari uşak
olayım.
dedi. Kapı
aramaya başladı. Bir hafta geçti. Münasip bir yer bulamadı. Bir gün kahvede
Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler; evi Edirnekapısı'nda idi. Durmuş
gitti. Bu efendiyi buldu. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar... Eteğini öptü:
— Uşak arıyormuşsunuz,
beni alın efendim.
dedi. Müstakim
Efendi onu tepeden tırnağa süzdü. Nereli olduğunu sordu. Durmuş:
— Kastonbolluyum.
dedi.
— Evli misin?
— Hayır.
— Anan baban
var mı?
— Yalnız anam
var. Babam sizlere ömür...
— Ne vakit
İstanbul'a geldin?
— On gün
evvel...
— On gün boş
mu gezdin?
— İş aradım.
— Bulamadın
mı?
— Bulamadım.
Kazanacağı
parayı ne yapacağını, borcu olup olmadığını sordu. Durmuş'un verdiği
cevaplardan memnun oldu.
— Peki oğlum,
dedi. Ben seni yanıma alayım ama… çok para veremem...
Durmuş:
— Ben çok para
istemem efendim.
dedi.
— Ama ben pek
az para veririm.
— Ne kadar
verirsiniz?
— Bir kuruş.
— Günde bir
kuruş mu?
— Hayır.
— Haftada bir
kuruş mu?
— Hayır.
Durmuş
biraz şaşaladı. Tekrar sordu:
— Ayda bir
kuruş mu efendim?
— Hayır!
Senede bir kuruş...
Durmuş
bu ihtiyar efendiyi kendisiyle eğleniyor sandı. Güldü. Önüne baktı. Utandı.
Fakat Müstakim Efendi yine:
— Senede bir
kuruş… dedi. Yalnız bu kadar değil. Bir de nasihat vereceğim.
Durmuş
gözlerini yerden kaldırdı:
— Ben nasihati
ne yapayım? Bana para lazım efendim.
— Para
sarfolunur, biter, yahut kaybolur, oğlum. Ama insanın aldığı nasihat hiç
bitmez. Ölünceye kadar işine yarar.
—…
Durmuş
mahzun mahzun yine önüne baktı. Kuru lafın işe yarayacağına hiç aklı ermedi.
Tekrar Müstakim Efendi'nin eteğini öptü. Çıkıp gidecekti. İhtiyar:
— Dur oğlum,
dedi. Şu duvarlara bak... Görüyorsun ya... Hep kitap dolu... Burada beş bin
kitap var. Ben bunların hepsini okudum. Ömrüm ilim ile geçti. Saçım sakalım
kitap üzerinde ağardı. Aklın paradan daha kıymetli, paradan daha işe yarar bir
şey olduğuna kanaat getirdim. Nasihat, hazır bir akıl demektir. Yoksa ben sana
senede beş on lira verebilirim. Fakat paradan daha çok kıymetli olan nasihati
veriyorum. Aklın varsa kal. Bana hizmet et.
Durmuş:
— Hayır
efendim, bana para lazım, nasihat lazım değil…
dedi. Dışarı
çıktı. Sokakta yalnız kalınca düşündü. Acaba bu paradan kıymetli olan nasihat idi?
Kahveye geldi. O gece merakından uyuyamadı. Acaba tek kuruşa katık olarak
vereceği nasihat ne idi? Sabah olunca Edirnekapısı'nın yolunu tuttu. Müstakim
Efendi'ye gitti. Eteğini öptü.
— Vereceğiniz nasihati
merak ettim, dedi, bir sene size hizmet edeceğim.
— Pekâlâ
oğlum, sene nihayeti kuruşunla nasihatini alırsın...
…
Durmuş
tam bir sene kitap odasını süpürdü. Bahçeyi belledi. Su taşıdı. Merdivenleri
yıkadı. Camları sildi. Müstakim Efendi'nin her hizmetini yaptı. Nihayet bir
sabah efendisi onu çağırdı:
— İşte oğlum
yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi aç. Nasihatini vereyim:
"Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" Al şu kuruşunu da...
Durmuş,
efendisinin uzattığı kuruşu aldı. Birdenbire canı sıkıldı. Büyük bir nasihat
alacağını sanıyordu. Hâlbuki bu kuru bir laftı.
— Ben bu nasihati
zaten biliyordum efendim.
Dedi. Müstakim
Efendi güldü:
— Biliyorsan
iyi... Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha iyi...
— …
Durmuş
alık alık bakakaldı. Demek bir sene hep bu iki çift laf için çalışmıştı ha...
Efendisinin eteğini öptü. İzin aldı. Çıkıp gidecekti. İhtiyar yine dedi ki:
— İstersen bir
sene daha kal. Yine bir nasihatle bir kuruş veririm.
— Hayır,
istemem efendim.
diye Durmuş
çıktı.Hemşehrilerinin kahvesine gitti. Gece yine merakından uyuyamadı. Acaba bu
vereceği nasihat ne idi? Bir sene sabretmiş, birinci nasihat için çalışmıştı.
Şimdi meraktan çatlayacaktı. Acaba ikincisi ne idi? Dayanamadı. Kalktı.
Müstakim Efendi'nin evine geldi. Tam bir sene daha hizmet etti. Sene nihayeti
yine Müstakim Efendi onu çağırdı. Bu sefer kuruşu peşin verdi. Sonra:
— Al nasihatini:
"Emanete hıyanetlik etme!"
dedi. Durmuş'un
yine canı sıkıldı:
— Efendim, ben
bu nasihati biliyordum.
— İyi ya
işte... Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini hatırlamak yeniden bir şey
öğrenmek kadar faydalıdır.
Durmuş
giderken efendisi tıpkı geçen seneki gibi:
— Oğlum, eğer
bir sene daha kalırsan sana bir kuruşum, ama son bir nasihatim daha var.
dedi.Durmuş
kabul etmedi. Çıktı. Hemşehrilerinin kahvesine gitti. Bir gece, iki gece, üç
gece... Rahat uyuyamadı. Acaba efendisinin bu son nasihati ne idi? Belki
bildiği bir şeydi. Ama ne idi? Hep bunu düşünüyordu. Sersem sersem iş aradı.
Bulamadı. "Mademki iki senelik emeğim havaya gitti. Bir sene daha uğraşır,
şu son nasihati de anlar, merakta kalmam" dedi. Tekrar geldi. Eski
kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendi'ye hizmet etti. Sene
nihayetinde efendisi yine onu çağırdı. Kuruşu eline verdi:
— Al nasihatini
de, dedi: "Karını kendin gitmediğin
yere gece yatısına gönderme!"
Durmuş
bu nasihate de omzunu kaldırdı. İçinden "Dipsiz bir laf işte..."
dedi. İzin aldı. Çıkacağı zaman efendisi nereye gideceğini sordu.
— Artık
memlekete efendim.
— Başka bir
yere girmeyecek misin?
— Hayır.
— Niçin?
— Üç sene oldu
gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim bakayım, ne oldu.
— Pekâlâ,
oğlum, yalnız yola çıkacağın zaman buraya uğra, sana bir hediye vereyim. Anana
benden götür, olur mu?
— Olur
efendim.
dedi. Hemşehrilerinin
kahvesine düştü. Bu sene memlekete dönecek gurbetçilere başına geleni anlattı.
Hepsi güldüler.
— Ulan, sen
deli imişsin!
dediler. Artık
İstanbul'da durmak istemedi. Ama memlekete nasıl gidecekti? Cebinde üç
kuruşundan başka on para yoktu. Gurbete yayan gelinirdi ama, gurbetten
memlekete yayan dönülmezdi. Para lazımdı. Herkes kirayla sürücü atları tutardı.
Ayakla bu sılacı kervanına karışmak mümkün değildi. Hemşehrileri hâline
acıdılar. Aralarında ona bir beygir kiralayacak kadar para topladılar. Tam
Üsküdar'a geçecekleri akşam Durmuş efendisinin evine gitti.
— İşte
gidiyorum efendim.
dedi. İhtiyar
kalktı: "Yolun açık olsun. Al şu hediyelerimi anana götür." diye ona
iki büyük somun uzattı. Durmuş içinden:
— Hay münasebetsiz herif! Şu gönderdiği
hediyelere bak!
diye
kızdı. Ama belli etmedi. Somunları aldı. Kahveye geldi. Heybesine koydu.
Sılacılarla beraber Üsküdar'a geçti. Handa bekleyen beygirlere bindiler.
Geceleyin, ay aydınlığında yola düzüldüler. Dere tepe, düz gittiler. Dağlar
aştılar. Bir gün, bir ormanın kenarında taşkınca bir suya rast geldiler. Geçecek
yerini bulamıyorlardı. Durmuş bu kadar bir su karşısında hemşehrilerinin
ürkekliğine güldü. Atını suya sürecekti. Tam bu esnada efendisinin verdiği nasihat
aklına geldi:
— Yolunu,
izini bilmediğin yere gitme!
Dizgini
topladı. Atının ön ayakları suyun içinde idi. Yanındaki arkadaşı durmadı. Atını
sürdü. İki adım atınca birdenbire suyun içinde kayboldu. Çıksın diye
beklediler. Çıkmadı. O vakit civarda bir çoban buldular. Suyun geçilecek yerini
öğrendiler. Meğerse orası bir girdapmış... Durmuş, efendisinin nasihatini
hatırlayarak atını o zavallıdan evvel sürmediğine şükretti. Bir senelik hakkını
helal etti. Yolda hemşerileri ona yiyecek de veriyorlardı. Bir gün karnı çok
acıktı. "Efendisinin hediye gönderdiği şu somunlardan birisini koparıp
yesem…" dedi. Elini heybesine atarken tam bir senelik emek sarf ederek
işittiği nasihat aklına geldi:
— Emanete
hıyanetlik etme!
Elini
çekti. "Şeytana uymayayım." dedi. Birkaç gün, birkaç gece daha
yürüdüler. Nihayet bir gün karanlık ormanın yanından geçiyorlardı. Ağaçların
arasından:
— Teslim olun!
diye bir ses
işitti. Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eşkıyalar her tarafı
çevirmişti. Efe meydana çıktı:
— Canını
kurtarmak isteyen üzerinde başında nesi var nesi yok buraya bıraksın. Selametle
yoluna gitsin…
diye haykırdı.
Kimse davranamadı. Kimse kaçamadı. Eşkıyalar yolun gerisini de tutmuşlardı. Can
maldan tatlı. Herkes nesi var, nesi yok, efenin önüne döktü. Senelerce
emeklerle kazanılan lira kemerleri, altın keseleri, gümüş, elmas hediyeler,
daha birçok şeyler... Durmuşa sıra gelince:
— Benim bir
şeyim yok.
dedi. Efe
inanmadı:
— Ne demek,
sen gurbetten gelmiyor musun?
— Gurbetten
geliyorum.
— Çalışmadın
mı?
— Çalıştım.
— Para
kazanmadın mı?
— Kazanmadım.
— Yalan.
— Vallahi
kazanmadım. Hemşehrilerime sor, istersen...
Efe
hemşehrilerine sordu. Hepsi Durmuş'un para kazanmadığını, senede bir kuruşa
hizmet ettiğini anlattılar. Efe, Durmuş'un aptallığına hem güldü, hem kızdı.
Adamlarına:
— Şu budalaya
bir sopa çekin de bir daha para kazanmadan gurbette kalmamayı öğrensin.
dedi. Durmuş'u
yere yatırdılar. Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler.
…
Sılacıların
hepsi Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler. Durmuş'un anası daha ziyade
ihtiyarlamıştı. Zavallı kadın üç senedir çektiği sefaleti anlattı:
— Neye para
kazanmadın, a oğlum?
diye darılacak
oldu. Durmuş:
— Hemşehrilerim
gibi kazansaydım, yine eşkıyalara kaptırarak elim boş dönecektim…
dedi. Karnı
çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek istedi. Kadıncağız ağlamaya başladı:
— Bir şey yok
oğlum, iki gündür ağzıma lokma girmedi.
— Bari şu heybenin
içinde efendimin sana hediye gönderdiği somun var. Birisini kıralım, beraber
yiyelim.
dedi. Heybeden
bir somun çıkardılar. Kırınca şangır şangır etrafa altınlar yayıldı.
Şaşırdılar. Öbür somunu da kırdılar. Onun da içi altın dolu imiş. Sevinerek
hepsini topladılar. Durmuş, iki senelik emeğini efendisine helal etti. Eğer bir
sene hizmet ederek aldığı "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" nasihatini
aklına getirmeseydi girdapta boğulacaktı. İkinci sene aldığı "Emanete
hıyanetlik etme!" nasihatini hatırından çıkarsaydı, yolda somunları
kıracak, altınlar meydana çıkacak, sonra hemşehrileri gibi soyulacaktı... Yavaş
yavaş düşündükçe efendisinin ne kadar büyük, ne kadar akıllı bir adam olduğunu
anlamaya başladı. Ona İstanbul'da iken aylık verseydi ihtimal ötede beride
yiyecek, biriktiremeyecekti. Yahut sılaya dönerken meydanda [zaman] geçireceği
için bir kazaya uğrayacaktı. Durmuş daha ziyade düşündükçe "akıl"ın
"para"dan kıymetli olduğuna iman etti. "Akıl" olmazsa
"para" hiçbir işe yaramazdı. İşte arkadaşlarının hâli!... Dağ
başlarından, eşkıya içinden dolu kemerlerle geçmenin cezasını gördüler.
Durmuş
zengin olunca tarla aldı. Bağ aldı. Koca bir çiftlik kurdu. Köyünün ağası oldu.
Ama bir türlü evlenemiyor, yaşı otuzu geçtiği hâlde bir kız bulup alamıyordu. Evlenmesini
teklif eden köy ağalarına:
— Ben de
isterim ama bir şartla…
derdi.
— Nasıl şart,
ağa?
— Karıyı kendi
bulunmadığım yere misafirliğe göndermem.
—
Akrabalarının yanına göndermez misin?
— Göndermem.
— Anasının,
babasının yanına da göndermez misin?
— Kendim
bulunmadığım hiçbir yere göndermem.
— Niçin?
— Bilmem...
Durmuş,
efendisinin son üçüncü nasihatini bir türlü aklından çıkaramadı. İlk iki nasihati
de evvela anlayamamıştı. Ama sonra… onların ne kadar faydasını gördü. Kendi
köyünde, komşu köylerde bu şartla kimse kız vermiyordu. Herkes:
— Biz
evladımızı esir yapmayız.
diyordu. Nihayet
iki saat uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu. Durmuş onu aldı. Şanına layık
düğün yaptı. Mesut oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Aradan dört sene
geçti. Karısını hiçbir yere göndermedi. "Anca beraber, kanca beraber."
derdi. Bir gün karısının akrabaları geldi. Köylerinde düğün varmış. Durmuş'tan
bir gece için izin istediler.
— Hayır,
olmaz.
dedi.
— Niçin?
— Bilmem.
Efendisinin
nasihati aklından çıkmıyordu. Yalvardılar, yakardılar. O razı olmadı. Kendi
köylüsü de, karısının köylüsüne karıştı:
—
Zavallı kadın, verem olacak…
diye
laf etmeye başladılar. Hep birden onun üzerine düştüler. And verdiler. Durmuş
artık herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye
yolladı. O akşam pişmanlığından yemek yiyemedi. "Niçin efendimin nasihatini
dinlemedim?" diye sıkılmaya başladı. Dinlediği iki nasihatten ne büyük
faydalar görmüştü. Şimdi son nasihati dinlemediği için kim bilir ne büyük bir
zarar görecekti. Duramadı. Uşaklarına atını hazırlattırdı. Geceleyin iki saat
ötedeki köye yetişti. Düğün evinin önüne gitti. Delikanlılar çitlere
dayanmışlar, avluda, meşaleler altında oynayan kızlara, kadınlara bakıyorlardı.
O da yaklaştı. Karısının çocuğuyla beraber bir köşede büzülmüş oturduğunu
gördü. Acaba bu gece hangi akrabasının yanında yatacaktı. İçine bir kurt girdi.
Döndü. Arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu. Ondan bunu anlamak istedi.
— Bana bak
nine, sana bir şey soracağım.
— Sor oğlum.
— Şu köşede
çocuğuyla beraber bir taze oturuyor, görüyor musun?
Kocakarı
dikkatle baktı:
— Görüyorum.
dedi.
— Kimin
nesidir o?
— Ah evladım,
sorma, onu bir zalim herif aldı. Zavallı tazeye dünyayı zindan etti. Dört
senedir işte, köyüne yeni geliyor...
— Acayip...
— Evet, bütün
köylü zorladı da bu sefer izin alabildi. Kocası öyle fena, öyle zalim bir adam
ki...
Durmuş'un
yüreği atmaya başladı. Karısının nerede yatacağını sordu. Kocakarı:
— Bilmem.
diye cevap
verdi. Durmuş düşündü. Taşındı. Birdenbire dedi ki:
— Beni bu gece
bu kadınla yatırabilirsen sana beş altın veririm.
— Yiğidim
ondan kolay ne var?
— Demek beni
onunla yatırabileceksin?
— Elbet.
— Nasıl?
— Onun
akrabaları benim kapı bir komşumdur. Benim her sözümü dinlerler. Avlularının
nihayetinde tek bir oda vardır. Gider, onları kandırır, bu kadını oraya
yatırırım. El ayak kesildikten sonra seni götürür, gizlice bu odaya sokarım.
— Doğru
söyle...
— Sen hemen
altınları ver, yiğidim.
Durmuş
kesesinden beş altın çıkardı. Kocakarıya verdi. Atını onun avlusuna bağladı.
Hiddetinden tir tir titriyordu. Gece yarısı geçti. Kocakarı geldi. Onu aldı.
Küçük bir bahçe kapısından geçirdi. Bir avlunun ta nihayetindeki tek odaya
soktu. Durmuş yüzünü şalıyla sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmaya
başladı. Durmuş sesini çıkarmadı. Kapıyı kitledi. Üzerine yürüdü. Zavallı kadın
köşeye büzülmüş, hem bağırıyor hem tekme atıyordu. Durmuş'u yanına hiç
yaklaştırmadı. Akşamdan uyuyan oğlu yatağın üzerinde idi. Annesinin
haykırmasına uyanmadı. Mışıl mışıl uyudu. Durmuş, karısını daha ziyade bağırtmamak
için kapının yanına oturdu. Hiç sesini çıkarmadı. Bütün gece ağlayan kadıncağız
sabaha karşı korkudan, yorgunluktan sızar gibi olmuştu. Avluda horozlar öttü.
Durmuş yavaşça yatakta uyuyan çocuğunu aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluyu
geçti. Atına bindi. Dörtnala köyüne döndü.
…
Karısının
akrabaları gece çocuğun çalındığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar.
"Ağaya ne cevap vereceğiz?" diye düşünmeye başladılar. Kocakarı buna
da bir çare buldu:
— Bu oda zaten
eski... Yakınız. "Gece yangın oldu. Çocuğu kurtaramadık." dersiniz.
Onu
dinlediler. Hemen odayı yaktılar. Ağlayarak, sızlayarak Durmuş'un karısını
evine getirdiler. Hepsinin alnında çatkı vardı. Dövünüp duruyorlardı.
Durmuş:
— Çocuk
nerede?
diye sordu.
— Ah olan
oldu. Gece odamız yandı. Çocuğu kurtaramadık…
dediler. Durmuş
güldü:
— Neye
ağlıyorsunuz canım, dedi. Başımız sağ olsun. Elhamdülillah genciz. Allah
başkasını verir.
Karısının
akrabaları Durmuş'un bu soğukkanlılığından biraz ferahlar gibi oldular.
Tam
bu sırada kapı açıldı. Durmuş'un çocuğu içeri girdi. Annesinin kucağına atıldı.
Çocuğun yandığını söyleyenler şaşırdılar. O vakit Durmuş:
— Gördünüz ya,
yalancı alçaklar, niçin karımı kendimin bulunmadığı yere göndermiyormuşum…
diye bağırdı. Hepsini,
tekme tokat kovdu. Karısına döndü:
— Eğer gece
orada bana el sürseydin hemen seni öldürecektim. İşte, ibret al da sakın bir
daha kocandan ayrı bir yere gitmek isteme…
dedi. İhtiyar
efendisine üç senelik emeğinin hakkını da helal etti.
YAZAN: Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder