Eski Kahramanlar
Batıdan gelen büyük düz yolun ta ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüda, yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları, kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipahiler yüksek beyaz duvarlara, geçici bir gölge kâbusu hâlinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek siliniveriyorlardı.
…
Bu türbede yatan ölü Erzurum kumandanı
İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık
odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapyalnız oturuyordu. Mihaniki
bir huzû ile "Salatü selam" çekerek beklediği, geç kalan Azrail'di.
İşte tam otuz gün... Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kâhyasını
çağırırdı:
— Fazıl!
— Efendim.
— Bir gelen mi var?
— Hayır efendim.
...
Sadık genç
araladığı kapıyı çekince, yine birden kararan sanduka sükûnu içinde İskender
Paşa galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı.
İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vakıa korkak bir adam değildi. Ama
muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek...
Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek,
ya boğulacaktı! Düşündükçe, ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar
gibi olurdu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi;
gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile
sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık köpüklü
ağzından siyah dili sarkmış bir naaş... İskender Paşa'nın yerde sürünen ölüsü!
Titrer,
gözlerini ovuşturur, yine salatü selamlarını çekmeye başlardı. Yakın akıbetinin
bu uzvî hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetliydi ki... Çocukluğunun saf
muhayyilesini süsleyen cennet bahçelerini, huri gılman alaylarını, Tûba
ağacını, Sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile... Zihni durmuştu. Sinirleri,
beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk
tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar
dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen
sedirin üstüne uzanıp dalınca, korkunç, muazzep rüyalarla uyanırdı. “Ölümden
sonra”sı havsalasına sığamıyor, adem tasavvuru gibi birdenbire kararıyordu. En
büyük hakikat işte gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet,
hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın
Süleyman'ı Türk bayrağını Viyana surlarına doğru dalgalandırırken... Er
meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar beylerbeyleri en
asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna
düşmüş, perişan olmuştu. Şahın oğlu İsmail Mirza, hile ile Erciş'e girmiş,
kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı
İbrahim'in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış,
"vire" ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe
çekilip gideceklerdi. Halbuki İsmail Mirza haini daha kalenin kapılarından
çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar... Hepsini doğramış, bir tek
cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken, o, acemi bir
asker dalgınlığıyla, aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdar
kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar Beyleri şehit düşmüştü. Biga
Sancak Beyi Mahmud Bey gibi zarif, kıymettar, şair bir adamla sağ sol cenah
ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de... Kendi, nasılsa kurtulmuştu!
Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı... Beklenilmeyen bir ölüm kadar
ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!
İskender
Paşa, yine ayak sesleri işitti:
— Fazıl!
— Efendim.
— Bir gelen mi var?
Kâhya kapının aralığından cevap verdi:
— Birkaç zabit gelmiş efendim.
— Defterdara gönder. Onunla
konuşsunlar.
— Baş üstüne efendim.
. . .
Bir aydır
her şeyi defterdarına bırakmış, "Bizim artık dünya gailesi ile uğraşacak
vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır." demişti. Hâlbuki bozuk ordunun
erzakını, intizamını, zapturaptını temin edemeyen defterdar yine ara sıra zabitleri kumandana yollamaya
mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini, tıpkı kendisi gibi sarih bir ümitsizlikle
bekleyen, kapı halkı artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının
çaresine düşmüştü. İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını
hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin, hiddetli bir rüzgar, duvarlara
çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu.
…
Fakat
İskender Paşa, bir gün seccadesinin üstünde, iki büklüm, süluke varmış bir
derviş tevekkülüyle, muhakkak ölümünü unutmak istedi. O an mazisini hatırladı.
Pek gençken Hüsrev Paşa'nın yanındaki silahşorluğu, sonra kapıcıbaşılığı, daha
sonra çavuşluğu hayalinden geçti. "Orta defterdarı" iken evlenmişti. Karısı, çocukları...
Çocukları daha pek küçüktü. Şimdi acaba neredeydiler! Ne olacaklardı! Bir
vakitler Van kalesinin fethinde gösterdiği yararlıklarla nasıl padişahın gözüne
girmişti! Bu tehlikeli kalede ümeradan kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi
isteyerek kalmış, kaç defalar [düşmanı] bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum
havalisinde de namı düşmanları titretmiyor muydu? Lakin işte nasılsa bir
tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu serhadde gönderdiği yeniçerilerle ümera
maiyetine "Kışın Erzurum kalesinde çok adam barınamaz" diye izin
vermiş, Mirza İsmail'in zuhurunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek
azdı. Hemen yalnız ümera ile kapı halkından ibaret gibiydi. Sonra, Mirza ile
karşılazmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya... İşte hatırlıyordu; kendi siyah
at üstünde, dar, çalılık bir yoldan giderken önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan
iki çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor,
koşuyor, onu tutuyordu. Ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık
yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen ümera ile ulemaya bunu anlatmış,
biri:
— “Yılan tutmak zehir tutmaktır.
Gam ile gussa suretidir.” demiş, ihtiyar bir hoca da:
— Şahoğlu galiba üzerinize geliyor.
İnşallah onu tutacaksınız.
Diye tabir
etmişti.
İşte o bu
hayırlı tabire inanmış, Mirza'nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki
alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine
atılmıştı. Vakıa sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında on iki
at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar
vuruştu. Fakat harp yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük
padişah serhadde o kadar asker tayin etmişken o, bu hareketin hikmetini
anlamamış, birçoğuna icazet vererek evlerine göndermişti. Kabahatı büyüktü!
Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi...
Yine ölümünü
düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul'dan çıkan cellatla hasekiler ihtimal
çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızadan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş
doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sediri,
köşede duran abdest leğen ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında
ziyadan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı. Ve titreyerek dolabın rafındaki küçük
testiden birkaç yudum su içti. Sonra sedire uzandı. Kâhyasını çağırdı:
— Fazıl!
— Efendim.
— Gel içeri.
Uzun, dar
cübbeli, bodur üsküflü delikanlı girdi:
— Buyurunuz efendim?
— Fermanımızı getirenlerin buraya
pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları
görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım.
Ben tahiyyatta otururken cellat aldığı emri yapsın. Hasekilere de söyle.
Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum?
— Anladım efendim.
Delikanlı
hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kâhya dışarı çıkınca odanın eski
sanduka sükutu, sabahsız bir bela gecesi gibi, yine karardı.
…
Bir gün,
akşama doğru, bu abus karanlıkta İskender Paşa tövbe istiğfar ederken kâhya kapıdan içeri girdi.
Ağzını açamadı.
— ...
— Ne var oğlum?
— ...
— Söylesene...
— Geliyorlar!
Kimlerin
geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu.
— Pekâlâ,
dedi, vasiyetimi aynıyla icra et. Sakın namazımı lafla bozmasınlar. Ne emir
aldılarsa yapsınlar. Ben Allah'la beraberim.
Delikanlı
velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı.
— Bana hakkınızı helal ediniz
efendim.
— Helal
olsun oğlum, inşallah muradına erersin. Sakın bana laf söyletme... Haydi, şimdi
şu pencerelerin kapaklarını aç.
Ağlayan kâhya
haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiy bir aydınlık boşandı. Uzaktan
kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşanın zaten
abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa
çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son
defa görüyordu. Zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, masivaya dair
aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden "Allah'la
beraber olayım!" dedi. Sureleri okuyor, rükûya, secdeye varıyordu. İki
rekât kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor, hem istemeyerek nal
sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.
... Yukarı
çıkıyorlardı!
En hafif bir
patırtı dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kâhyasının fısıldayan sesini
bir nara gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:
— Sakın namazını bozmayın.
— Olur, olur.
— Ne emir almış iseniz hemen yapın.
— Peki! Peki!
— İşte burada! Gelin...
Arkasındaki
kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının
tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu.
Tahiyyatta oturuyordu. "Eşhedü enlâ..." derken dizinin üstünde taş
kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini
sarf etti. Kaldıramadı. Kuvveti yoktu. Ettehiyyatın aşağısını okuyamadı.
Çeneleri kilitlendi. Gözleri kararıyordu. Beklediği soğuk teması ensesinde
şiddetle duydu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat... Hani? Tekrar çarpmaya
başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı
yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:
— Esselamu aleyküm ve rahmetullah...
Soluna da
döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:
— Ne duruyorsunuz, haydi!
Diye son
nefesini çıkardı.
— . . .
— Size hatt-ı şerifle padişahımızın
ihsanları var, paşam!
— . . .
Tanımadığı
bir ses!... Başını arkaya çevirip yalın kılıç, yahut elinde kemendiyle yağız
bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş
gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu.
İkincisinin elinde altın bir kılıç... Üçüncüsüne göz attı, murassa bir topuz...
Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı
torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa
şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isticalle kaptı. Hızla öptü.
Başına koydu, mumu kopardı. Açtı. Padişahının yazısını tanıdı:
“... İki
cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu askeriyle senin küfvün değildi. Ancak ispat-ı
vücut ettin. Ve bahadırlıkta taksir etmedin. Nusret ve hezimet hod meşiyyet-i
Hüda’ya mütealliktir. Hatırın hoş tutasın..."
Gözlerine
inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah eski kahramanlıklarını hatırlıyor,
uğradığı hezimet felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir
hilat, bir altın kılıç, bir murassa topuz ihsan ettiğini yazıyordu. Bu ulvi
tesliyetnameyi, bu adil, bu büyük, bu mukaddes hatt-ı şerifi bitirince,
İskender Paşa o kadar hafifledi ki... Tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik
bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde
bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları
da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli
ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassa topuzu sedirin üstüne
bıraktırdı.
Kâhyasına:
— Fazıl, ağaları bir odaya
yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz.
Dedi.Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü
çavuşların arkasından kâhyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki, cansız
İskender Paşa, ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi.
Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır,
sırmalı, erguvani bir hilat... Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som
altındandı. Çekti, sol elinin baş parmağı ile namlu demirini yokladı. Sonra
başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun ta nihayetinde yarım batmış
güneş tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı: Bu ulvi
kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince
mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu; bu ordu, mert Turan'ın
ortasındaki şımarık İran'a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten,
heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de... Onlarla beraber
kendisi de, şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı Hak uğrunda,
hakikat uğrunda sallayacaktı!
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder