Yarım Mizah
Halk
Edebiyatından
Cabi Efendi,
öyle her ihtiyar gibi, sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine
ciddi bir işe elini sürmez: “Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?”
derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı. Yegâne merakı
“dünyanın ahvalini” tetkikti! “Okur,yazar” güruhundandı. Fakat bu faziletini
hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: “İşte
nâdanların akıl ambarı!” diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar “hakikat”in
üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu
kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi. Hakikat
kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır,
kafası kerpiçleşirdi.Hâlbuki, ancak... her gün değişen, hiçbir mefhumun dar
çerçevesine sığmayan hayat okunmaya layıktı. Hayatın her adımında binlerce
garibe, binlerce sır... binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars,
felsefe, irfan, hep... hayatın içinde idi. Mesela elli senedir gezmekle
bitiremediği şu İstanbul “bir milyon küsur sayfalı” kocaman bir kitaptı.
Sokaklarında, çarşısında, pazarında dolaşan her adam da başlıbaşına ayrı bir
cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hepsini okumaya kalkmak ummanı içmek
kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir faslını süzebilen insan şüphesiz en
büyük bir irfanın sahibi olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra
mukaddes, gayr-ı mukaddes hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Cabi
Efendi işte bu, yalnız hayatı okuyan âriflerden biriydi! Bütün semt halkınca
dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman
vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür,
yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak, nasihatler verir, ilminden,
irfanından büyük küçük herkesi müstefit ederdi. Kitap gibi gazete de okumazdı.
“Metelik tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından nihayetine kadar yalanla
dolu olduğunu iddia eder: “gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Velespite,
gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, tayyareye, tahtelbahre, hep gözüyle
gördükten sonra inanmıştı.
…
... Yine bir
bahar sabahı, güneş, bahçesindeki evvel zamandan kalma çitlembik ağaçlarının
üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu.
Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dallan pembe, beyaz
çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı.
Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik yarabbi!” diye mırıldandı.
Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı! Her
sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara
bahar hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli,
hararet, ümit” serper, sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde
bırakarak, kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi...
“Ben ama dolma yutmam, dedi, hepsi rüya... Birkaç hafta sonra ne bu
çiçeklerden, ne bu kokulardan eser kalır!” Çimenlerin üzerindeki çiylerde
güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar
çıkmaz, gece geçen zerzevatçı, sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı
şeyleri cıvıldayarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı. “Birinin ettiği halt
ötekine nimet...” dedi. Kendi istemediği hâlde, müstakil zihni bu münasebetsiz
hâdiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları
hatırladı.“Vakıa” aynı idi. Yalnız tarafeynin hacimlerinde tehalüf vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü.
Diğerinde bunun aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük… Yürüdü. Şimdi nereye
gidecekti! Daima yola düzüldükten sonra buna karar verirdi. Çırpıcı’ya,
Veliefendi’ye, Balıklı’ya, Eyüp’e, Sütlüce’ye gitmesini düşündü. Hayır...
Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından keskin bir horoz sesi geldi. Cabi Efendi
hemen başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mulut yoktu. Hava çok açıktı.
“Artık horozlara da inanmamalı, dedi, ne olacak? Bir tanesine kırk tavuk veriyorlar.
Zavallıların sinirleri bozuluyor. Niçin, ne vakit öttüklerini bilmiyorlar.”
Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozacağa benzemiyordu. Bu güzel günü nerede
geçirecekti? Ne vakitten beri Üsküdar’a geçmemişti. “Tekkelere de uğrarım.”
dedi. Tekrar, yuvarlana yuvarlana yürüdü. Caddeye çıktı. Topkapı tramvayına
atladı. İçi evkaf, gümrük mümrük kâtipleriyle doluydu. Evvela, bunlara kulak
misafiri oldu. Hepsi saçmasapan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek
şakalaşıyorlardı. Cabi Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı.
O kadar sıkıldı ki... azıcık daha “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak
yapmadın?” diyecekti. Sirkeci’de “oh” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde,
bacını verdiği Köprü’yü yavaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bir bilet aldı.
Güverteye çıktı. Hava hakikaten çok, pek çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara
dumanlar içinden temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi
denizin ortasında “Kızkulesi” köpükten bir alev gibi parlıyordu. Cabi Efendi
elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini
düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı
zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sualler faal zihnine
hücum etti. “Bugün şuraya gideyim. Hakikati anlayayım...” dedi. Vapur iskeleye
yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem iskelesine gelecek,
oradan sandalla Kızkulesi’ne çıkacaktı. Ama dalgın dalgın, Ahmediye’den Karlık
Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Durdu.
Kızkulesi’ni filan hemen unuttu. Baktı, baktı, baktı:
— Olur iş
değil...
dedi. Biraz
karanlıkça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı... İçinde ferah ferah kırklık,
pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam... Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz
mermerden büyük, narin bir tezgâhın önünde! Cabi Efendi “Aldanmayayım.” diye
gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır. Tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza
boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç
mermerden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa... mutlaka bunun
hususi bir sebebi vardı! Cabi Efendi mermerin kalastan çok pahalı olduğunu
düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok[,] burası eskiden ya bozacı, ya
muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı.
Güldü. “Tembel herif! dedi, kimbilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde
çalış[ıl]ır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir
usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri
muhakkaktı. Durmadı. Gayr-ı ihtiyarî dükkânın açık kapısından girdi. “Ne var?”
gibi kendisine bakan marangoza sordu:
— Sen bu dükkânı
yeni tuttun, değil mi?
— Hayır.
cevabını alınca
tekrar sordu:
— İstersen
eskiden tut. Fakat senden evvel burada bir muhallebici otururdu, değil mi?
— Hayır.
— Öyleyse bir
bozacı?
— Hayır.
— Ya kim
otururdu?
— Hiç kimse...
Bu dükkânı ben kendim yaptırdım.
— Ee[,] bu
mermer tezgâh burada ne arıyor?
— Ben koydurdum.
Cabi Efendi
gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı:
—Sen deli misin,
oğlum?
dedi.
—Hayır.
—Akıllı bir adam
mermer üzerinde keser oynatır mı?
—Niçin
oynatmasın?
— Kazarâ keseri
kaçar. Hem mermer bozulur, hem keser…
— Ben hiç
keserimi kaçırmam.
— Kaç senelik
marangozsun?
— Yirmi senelik.
— Kaç senedir
mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun?
— On beş sene
var...
Cabi Efendi
tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstünde şiş yanakları elma
gibi kızarıyordu.
— On beş senedir
hiç keserini yanlışlıkla kaçırmadın mı?
— Kaçırmadım.
— Kazarâ... bir
defacık olsun...
— Bir defacık
olsun kaçırmadım. İstersen gel, bak...
Cabi Efendi
cebinden gözlüğünü çıkardı. Taktı. Baktı. Baktı. Mücella mermer tezgâhın
sathında hafif bir çizgi bile yoktu. Sonra marangoza döndü. Tepesinden
tırnağına kadar iyice süzdü. Hiç öyle zeki bir adama benzemiyordu. Tekrar
sordu:
— Şimdiye kadar
hiç keserini yanlış vurmadın ha?
— Görüyorsun
işte...
— Nasıl olur bu?
— Çünkü ben
birinci ustayım. Vuracağım yeri iyice görürüm. Hiç yanılmam. Elimin maharetine
emniyetim var, onun için tezgâhı mermerden yaptırdım.
Cabi Efendi
dayanamadı:
— Oğlum, bu
senin elindeki maharetinden değil!
dedi.
—Ya neden?
— Düşüncesizliğinden...
— Düşüncesizliğimden
mi?
— Evet.
Marangozun kalın[,]
siyah kaşları çatıldı. Keserini mermer tezgâhın üstüne yavaşça bıraktı.
Suratını buruşturdu. Hakareti andıran bir tavırla Cabi Efendi’ye sordu:
—Ne bildin?
—Neden
bileceğim? Biraz düşüncen olsa her vakit bu kadar dikkatli keser kullanamazsın.
—Benim düşüncem
olmadığını ne biliyorsun? Ne olsa ben keserimi indirecek yeri bilirim. Hiç
şaşırmam. Ben “sanatımın eriyim[.]” Haydi bakalım, gevezelik yeter... Çek
arabanı işine...
— ….
Cabi Efendi fena
hâlde bozuldu. Kendisiyle tatlı tatlı konuşurken hakikati işitince herifin
birdenbire değişip kabalaşması fena hâlde canını sıktı. Gözlüğünü çıkarmaya
vakit bulamadan, kös kös önüne bakarak dükkândan çıktı. “Sanatın eri ha... Gidi
budala seni...” diye dişlerini sıktı. Başını salladı. Her hâdisenin sebebini
aramak onda bir illetti. Bulduğu sebebi de, hatta bizzat hâdisatın bizzat
mevzularına gösterip kabul ettirmek diğer bir illetiydi. İşte bu ahmak,
düşüncesizliğinin neticesi olan “yanılmaz dikkat”ini elinin maharetine
atfediyor, düşüncesizliğini kendisi için bir “meziyet” sanıyordu. Hızla döndü.
İşine başlayan kayıtsız marangoza kapıdan haykırdı:
— Usta, yarın
dikkat et. Keserini tam yerine yapıştıramayacaksın. Mermer tezgâhını
kıracaksın...
…
Cevap beklemedi.
Hemen yürüdü. Karşıki sokağa saptı. Birer birer civardaki dükkânlara girdi.
Mermer tezgâhlı marangoza dair birçok malumat topladı. İsminin meşhur Ali Usta
olduğunu öğrendi. Valide-i atik bostanına bitişik, kırmızı aşı boyalı, tek
katlı, yedi numaralı evde otururmuş. Yeni evlenmiş. Genç bir karısı varmış...
Bütün komşuları onun elindeki mahareti methetmekte müttefiktiler. “Daha ömründe
yanlış bir çivi vurmamıştır. Keserine güvenir. İstanbul’da eşi bulunmaz.
Frengistan’da bile onun gibi mermer tezgâhta işleyen bir marangoz yokmuş.”
diyorlardı. Cabi Efendi hepsine, içinden “Yarın siz onun mermer tezgâhını
görürsünüz.” derken, dışından: “Doğru, doğru…” diye başını salladı. Daha öğleye
epey zaman vardı. Ali Usta’ya mermer tezgâhını kırdırmak için tasarladığı
planını düşüne düşüne Yenicami’nin avlusuna girdi. Bu düşüncesiz herifi bir
dakikacık düşündürmek kâfiydi! Cabi Efendi’nin birçok tecrübesi vardı. Ufacık
bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflas ettirdiğini dini gibi bilirdi. Bu
tecrübelerden bir tanesini bu düşüncesiz herifte tekrarlayarak, ona da bu hakikati
zorla kabul ettirecekti. Planını zihninde tamamlayınca cami avlusunun
karşısındaki kasaba girdi. Kesilmiş, yüzülmüş kuzulardan bir tane satın aldı.
Çırağın eline verdi. Moskoflu’nun fırınına geçti. Bir kuzuyu kaç saatte
kızartabileceğini sordu.
— İki saatte...
cevabını alınca[,]
hemen bir de büyük toprak kap aldırdı. Kuzuyu fırına attırdı. Kendi[,] dükkânın
kirli kepengine yaslandı. Kısa çubuğunu doldurdu. Yaktı. Tam iki saat orada,
sabır taşı gibi sesini çıkarmadan çubuğunun dumanlarını seyretti. Kuzu pişince
bir hamal buldurdu. Kabı eline verdi. Öne geçti. Çavuş Deresi’ne çıkan yokuşu
tırmandı. Valide-i atik bostanını buldu. Bostana bitişik tek katlı, kırmızı aşı
boyalı evi görünce:
— Hah işte
burası...
diye yürüdü. Tokmağı çaldı. İçerden
ince, şirret bir kadın sesi:
— Kimdir o,
bakayım, kimdir o?
dedi.
— Ben.
— Sen kimsin
ayol?
— Burası mermer
tezgâhlı marangoz meşhur Ali Usta’nın evi değil mi?
— Evet.
— Usta bu kuzuyu
kızarttı. Gönderdi. Alın.
Kapı yarım
açıldı. Kalın, beyaz, çıplak iki kol daha beyaz elleriyle kuzu kabını içeri
aldı. Meçhul bir şeye hiddetlenmiş gibi kapıyı hızla çarparak kapadı. Cabi
Efendi gülümsedi;
— Yarın mermer
tezgâh...
Ellerini
ovuşturdu. Gözleri, isabet etmemiş müthiş bir tokat gibi rüzgârı suratına
çarpan, alçak kapının üstündeki silik rakama kaçtı:
— Yedi, yedi...
diye başını
salladı. Sabahleyin erkenden mermer tezgâhın kırıldığını görecekti. Bunun için
İstanbul’a geçmedi. Doğru Atpazarı’ndaki Hacı Hüseyin’in hanına gitti. Temizce
bir oda kiraladı. Geceyi Üsküdar’da geçirecekti.
…
Meşhur marangoz
Ali Usta’nın evine geç gelmek âdetiydi. Kapıdan girince doğru sofraya otururdu.
Bu akşam sofranın başına çökünce şaşırdı. Karısına:
— Hayrola, dedi.
Bu kuzu nereden esti?
— Sana sormalı?
— Ne demek?
— Bugün sen
gönderdin.
— Haşa...
— Haşa mı?
— !...
Karısı merhum
eski Kasımpaşa imamının üvey kızıydı. Pek çabuk hiddetlenirdi. Yine kıpkırmızı
oldu. Ellerini geniş kalçalarına dayadı. Yüzünü eğriltti:
— Haşa, ha?
—…
— Vay, demek ben
bunu çaldım, ha?
— Bilmem.
— Dostum mu
gönderdi?
— Onu da
bilemem!
— Gündüz
gönderdin. Şimdi unutup laf mı çıkarıyorsun?
Ali Usta:
— Ben hiçbir
şeyi unutmam.
dedi.
—Haydi
oradan bunak, sen de… Çamaşır yıkıyordum. Bir adam geldi. “Mermer tezgâhlı Ali
Usta’nın evi burası mı?” dedi. “Evet” dedim. “Benimle bu kuzuyu gönderdi.”
dedi. Ben de aldım.
— Nasıl adamdı?
— Beni namahreme
bakar sanıyorsun ha... Görmedim bile.
— Sesi nasıldı?
— Beni
namahremin sesini işitir sanıyorsun ha... Vallahi işitmedim.
—?...
—…!
Karı koca bu
kuzu yüzünden güzel bir kavga ettiler. Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür
yemeklerden bile ağzına bir lokma koyamadı. Acaba bu kuzuyu kim göndermişti?
Merakından çatlayacaktı. Yoksa evini barkını dağıtmak için bir büyü müydü?
Kahvesini, çubuğunu da içemedi. Ömründe ilk defa olmak üzere o gece uykusu
kaçtı. Sabaha kadar uyuyamadı. Karısı hâlâ onu unutkanlıkla itham ediyor, “ Bunamışsın
ayol, git kendini Pabucu Büyük’e okut.” diyordu.Sabah namazını kılmadan
dükkânına indi. Kepenkleri açtı. O kadar dalgındı ki..[.] köşede kendisini
gözetleyen Cabi Efendi’yi bile görmedi..[.] Mihaniki bir sükûn ile keserini
eline aldı. Dünden kalan işini mermer tezgâhın üstüne koydu. Cabi Efendi açık
kapıdan onun dalgınlığına bakarak gülümsüyordu. Zavallının aklı, fikri hep dün
akşamki kuzuda idi. “Kim gönderdi, yarabbi, kim gönderdi, kim olabilir?” diye
düşünüyordu. Kaldırdığı keskin, kalın, ağır keseri çattadak indirince gözleri
açıldı. El kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopmuş, yere fırlamıştı. Aynı
zamanda arkasındaki kapıdan bir ses işitti:
— Geçmiş olsun
usta!
—?...!
Döndü. Dün
kovduğu küçük ihtiyarı görünce bütün bütün şaşırdı. Cabi Efendi sordu:
— Hani sanatının
eriydin! Ne oldu böyle[?]
—!..?
Zavallı Ali Usta
ağzını açamadı. Sapsarı kesildi. Dudakları titriyordu. O vakit Cabi Efendi
düşüncesizliğin neticesi olan dikkatini bu âna kadar kendisinde bir meziyet
sayan bu adama acıdı.
— Artık düşünme,
dedi, o kuzuyu ben gönderdim.
—
Sen mi?
— Evet.
— Niçin?
— Seni biraz
düşündürmek için...
Sonra üşenmedi,
ona, ayak üstünde, insanın “düşünen bir hayvan” olduğunu, dalgınlıkla bazen
dikkat hassasını kaybettiğini, “yanılmaz, keskin bir dikkat”in sırf “düşüncesiz
hayvanlar”a mahsus bir haslet sayılacağını uzun uzadıya anlattı. Kapıdan
çıkarken:
— Haydi oğlum,
dedi, dünyanın nizamını bozmaya kalkma. Marangozun tezgâhı kalastan olur. Şimdi
kırdığın şu mermeri hemen kaldır. Yerine ahşap bir tezgâh koy!
…
Bir saat sonra
Cabi Efendi Harem iskelesinin koyu lacivert dalgalarında sallanan köhne bir
kayığa biniyordu. Dün gitmeye karar verdiği “Kız Kulesi”nin niye deniz ortasına
yapıldığını keşfedecek, mutlaka bunun da asıl sebebini bulacaktı! Ama bu sabah
erkenden nâdanın birine “dikkatin hakikatini” öğretebildiği için o kadar
memnundu ki...
Yeni Mecmua, C. I S. 19, 15
T.sanil917/15 Kasım 1917, s. 374— 377.
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Tabii ki hocam, benim de çok beğendiğim bir hikayesidir.
YanıtlaSilÖmer Seyfettin'in ruhuna el fatiha
YanıtlaSil