FERMAN
Eski Kahramanlar
Sanki bir tufandı.
Gök delinmiş gibi fasılasız yağmurlar yağıyor ve bütün ordu Semlin'e doğru sel,
çamur, sis ve bora içinde ilerliyordu. Belgrad - Şabaç yolu çökmüştü. Karanlık ormanlara,
sarp yokuşlara, uçurumlu dağlara alışkın olmayan nakliye develeri yedekçileriyle
beraber kaybolmuşlardı. Zabitler bağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlar
kişniyordu. Hatta padişahın otağı bile meydanda yoktu. Bu kısa yol üç gündür
bitip tükenemiyordu.
Konak yerine
yalnız sadrazamın çadırı kurulabilmişti.
Padişah, gerdunesinin
penceresinden kendi otağını görmeyince, etrafındaki ıslanmış allı, yeşilli,
sırmalı esvablarıyla gözleri kamaştıran iri ve çevik muhafızlarına:
— Daha durmayacak mıyız?
dedi.
— ....
Hiç kimse cevap
vermedi. Herkes önüne bakıyor ve şakır şakır yağmur yağıyordu. İhtiyar padişah
hastaydı. Fakat ayaklarındaki nâ-ferîs sızılarını duymuyor, Kurban Bayramı namazını
Semlin'de kıl[ın]masını düşünüyordu. Artık eskisi gibi ata binemiyor, hatta
vezirleriyle istişare için bile gerdunesinden çıkamıyordu.
Konak yerinde
otağ-ı hümayunu görmeyen bütün ordu asumanî bir gazap karşısında donakalmış günahkâr
bir cemaat gibi birdenbire sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların
kişnemesi bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur damlalarının şıkırtısı
duyuluyordu. Sadrazam ne yapmıştı? Ta İstanbul'dan beri padişahtan bir konak
ileri gidiyor, yolları düzeltiyor, otağ-ı hümayunu kurduruyordu. Bu onun
vazifesiydi.
Fakat hani
otağ-ı hümayun?...
Yağmurun loş
gölgeleri içinde koca kavuğu ve uzun boyu ile Sokullu'nun elleri önünde bağlı, gözleri
yerde, yavaş yavaş gerduneye yaklaştığı görüldü. Ulaklar açılarak yol veriyorlardı.
Arkasından üç tuğlu vezirler de geliyordu. Kavuğundan sızan sular solgun
yüzüne, sarı sakalına akıyordu. Som sırma perdenin yanına gelince:
— Padişahım, merhamet ediniz,
kulunuzun çadırına teşrif buyurunuz.
dedi.
— Bizim otağımız niçin yapılmadı?
— Otağcılar fırtınadan yolu
kaybetmişler. Konağa gelemediler, padişahım...
— ....
— ....
Padişah bir şey
söylemedi. Perdenin gerisine çekildi. Yağmur durmuyor, daha ziyade şiddetleniyordu.
Sokullu'nun işaretiyle, altın yaldızlı muhafız mızraklarının arasındaki murassa
gerdune hareket etti. Sakin ve ıslak vezirler büyük kavuklarındaki parlak
tuğları sallayarak, gözleri yerlerde, altın tekerleklerin yanı sıra yürüyorlardı.
Çadırın önüne gelince gerduneden inen padişahın koltuklarına girdiler. Sırma
perdeli kapıdan içeri soktular.
…
Hiç durmadan
yağmur yağıyordu!
... İstanbul'dan
kırk dokuz günde Belgrad'a gelen yorgun ordu yollarda birtakım haydutların
taarruzuna uğramıştı. Yeniçeri ağası bunların takibine çıktı. Malkara Beyi
Evren Beyle birleşti. Hepsini saklandıkları kovuklarda tuttu. Konak boylarında
astırdı. Bu takiplerde Dergâh-ı âlî mensuplarından ve padişahın gözdelerinden
pek genç bir kahraman olan Tosun Bey yine kendini gösterdi. Tek başına dağları,
ormanları, mağaraları dolaştı. Beşer, onar rast geldiği eşkıyalarla tek başına
vuruşarak hepsini yere serdi. Bütün ordu yolunu temizledi. Hiçbir yasakçı onun
arkasından at süremiyor, kimse ona yetişemiyordu. İleri, geri, üç konağı birden
gidiyor; uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmiyordu. Dört sene evvel padişah onu
sipahiler arasında görmüş, güzelliğine, şeci tavırlarına meftun olarak
maiyetine almış, kendisine birçok hizmetler vermiş, bir sene içinde hatta
çavuşbaşılığa kadar çıkarmıştı. Henüz yirmi beş yaşındaydı. Gür siyah
bıyıkları, şahin bakışlı iri ela gözleri, geniş ve kalın omuzları, levendane
yürüyüşü her göreni hayran ederdi. Muharebelerde, ayrı ayrı yerlerinden şimdiye
kadar otuz yara almış ve ne kadar general[1]
kafalarını mızrağına takarak paşalara hediye getirmişti... O, bütün ordu içinde rakipsiz bir
cesaret, kahramanlık ve çabukluk enmuzeci idi. İhtiyar Zal Mahmut'tan daha
kuvvetli olduğunu herkes biliyordu. Kuş gibi uçar yıldırım gibi seğirtir,
arslan gibi atılır, kaplan gibi parçalardı. Sadrazam en tehlikeli işlere onu
saldırır, büyük ve harikulade muvaffakiyetlerden sonra padişahın huzuruna
sokar, ona iltifat ettirirdi. Kendilerinden başka yiğit olduğuna asla ihtimal
vermeyen mağrur yeniçeriler bile önlerinden o geçerken kendilerini tutamazlar,
galeyana gelirler:
— Yaşa Tosun Bey! Seni hangi ana
doğurdu!
diye nara atarlardı.Tek başına
yaptığı şeyler dillerde destandı. Muhasaradaki kalelere gece gizlice kurulan
ince merdivenlerden çıkmış, yalın kılıç, tek başına, düşman arasına atılmış...
Düşman ordugâhlarının görünmeden arkasından dolaşarak cephanelerine ateş
vermiş... Esir olduğu vakit yüzlerce muhafızın arasından kurtularak kendini
beklerken öldürdüğü nöbetçilerin silahları ve atlarıyla dönmüştü. Herkes onu
sever, herkes ona hürmet ederdi. Hatta vezirler bile... Çünkü Tosun Bey bu
cesaretiyle yakında beylerbeyi olacak, vezirlik için çok beklemeyecek,
ihtimal... Evet ihtimal, daha sakalına kır düşmeden padişahın mührüne nail
olacaktı. Hem cesur hem fazıldı! Seferlerde sedefli cura ile kahramanlık
destanları söyler; sulh zamanında gayet çelebice hikmetlerle dolu gazeller,
kasideler yazardı. Kılıç kabzasının nasırlattığı elinde kalem yabancı
durmuyordu. Halkın ağzında kendisine dair birçok efsaneler dolaşırdı. Babasının
bir emektarı onu büyütmüştü; haksız [yere] kafası kesilmiş bir beyin oğlu idi.
Yağmur durmadan
yağıyordu.
Konak, çamurlu
ve bozuk bir yolun sağında kurulmuştu. Her taraftan seller akıyor, askerler sıra
ile yerlerine geliyorlar, çadırlar kuruluyor, kazanlar indiriliyor, ötede
beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın arasında Tosun Beyin, al atıyla,
süzüldüğü görüldü. İki konak geriden orduya yetişmişti. Yol kenarında semeri
devrilmiş bir katırı kaldıran yeniçerilere sordu:
— Otağ-ı hümayun nerede ağalar?.
Yeniçeriler onu
görünce doğruldular, hürmetle selamladılar. En yaşlıları cevap verdi:
— Kurulmadı.
— Efendimiz ileri mi gitti?
— Hayır.
— Ya nerede?
— Sadrazam Paşanın çadırında.
Tosun Bey durdu.
Yeniçerinin yüzüne dikkatle baktı. Tekrar sordu:
— Otağ-ı hümayun nerede kurulmuş?
— Kurulmamış.
— Niçin?
— Kaybolmuş...
— Ne?...
— ....
Yeniçeri sustu.
Önüne baktı.
— Otağ-ı hümayun mu kaybolmuş?
— Evet....
Tosun Bey fena
halde hiddetlendi. Dişlerini sıktı. Otağ-ı hümayun nasıl kaybolurdu? Bunu
havsalası almıyordu. Padişah onca pek mukaddesti. Otağ onun nazarında
müteharrik bir Kâbe'ydi. Kâbesi yıkılan bir mümin tehâlükü ile ağır ve keskin
mahmuzlarını atının karnına vurdu. Islak tuğlarıyla bayrak direkleri görünen
sadrazam çadırına doğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi. Seğirdim ustaları
yağmur içinde dolaşıyordu. Kendisini pek seven Kazasker Perviz Efendinin çadırını
gördü. Yere atladı. Atını koşan bir hademeye verdi. Kahramanâne şiirlerini
okuduğu Perviz Efendi çadırın içinde ayaktaydı. Nişancı Eğri Abdizâde Mahmut
Çelebi ile Şabaç Köprüsü'nün Semendire Beylerbeyi Bayram Bey tarafından nasıl
yapıldığını konuşuyordu. Onun girdiğini görünce:
— Hayrola, Tosun Bey!
diye lafını
kesti.
Tosun
Bey titriyordu. Kendine malik değildi:
— Otağ-ı hümayun kaybolmuş.
— Evet oğlum.
— Bu nasıl olur, efendi
hazretleri?
— Yolu şaşırmışlar belki...
— Sadrazam paşa bir konak önden
gidiyor. Nasıl kaybetmiş…
— ....
Perviz Efendi cevap
vermedi. Mahmut Çelebi yağmurun, fırtınanın şiddetinden bahsetmek istedi. Tosun
Bey coşuyordu. Açtı ağzını, kapadı gözünü... Artık bu kadar kayıtsızlık olur
muydu? Bu kulluğa yakışır mıydı? Hasta velinimet hiç düşünülmüyordu. Ya otağı
suya kaptırdılarsa... Ya taht bulunmazsa... Daha İstanbul'dan çıkmazdan evvel
bir çavuş gönderilerek Semlin'e mülakat için çağrılan Zigismond'u padişah nerde
huzuruna kabul edecekti? Bir parça yağmurdan yollarını şaşıran, dağılan orduya
padişah nasıl emniyet edecekti? Tosun Bey, cesur adamlara mahsus o mütecaviz
pervasızlıkla ağzına geleni söylüyordu:
— İki konak arasında bir otağa
sahip olamayan adam koca bir devleti nasıl idare eder?
dedi. Bu çok ağır bir sualdi.
Perviz Efendi yavaşça kalın halının üzerine serilmiş erguvanî şiltesine çöktü.
Mahmud Çelebi bu sözü hiç işitmemiş gibi davrandı. Durmadan yağan yağmurun
sayısız ve asabi damlaları tıpır tıpır çadırın üstüne düşüyor, ordugâhın müphem
uğultusu içinde, sanki hayalî bir akının uzak ve muntazam ayak seslerini duyuruyordu.
…
Tosun Bey dışarı
çıkınca, acele ile adamlarını buldurdu. Atını değiştirdi. Kimse ile konuşmadan
tek başına otağ-ı hümayunu aramaya çıktı. Hava gittikçe kararıyordu. Derin
yarlardan, sel yarıklarından aştı. Taşan, köpüren derelerden geçti. Ormanlara
dalan yollara girdi. Tepelere çıktı. Dört tarafa naralar savurdu. Sesinin boğuk
akislerinden başka bir cevap alamadı. Gelen gece pek karanlıktı. Yağmur
durmuyordu. "Sabah erkenden çıkar, bulurum." diye geri döndü. O kadar
karanlıktı ki... Dizgini boş bırakıyor, geldiği yollardan atının sevk-i
tabiisiyle dönebiliyordu.
Meşaleleriyle,
ordugâh, uzaklardan görünmeye başladı. Karanlığın yağmurun, rüzgârın içinde at
adî adımlarla yürüyordu.
— Kimdir o?
On adım ötede
koyu bir karaltı belirdi...
— Yabancı değil...
— Sen misin, Tosun Bey!
— Benim!
— Sadrazam Paşa Efendimiz sizi
arattırıyor. Biz, on sipahi, etrafa dağıldık.
— Pekâlâ, gidelim.
Ve karanlığın
içinde, Tosun Bey önde, sipahi arkada, ordugâha koştular. Meşaleleri,
nöbetçileri, mehterleri geçtiler. Zaten hademeler, solaklar, çavuşlar yağmurun
altında bekleşiyorlardı. Tosun Beyi sadrazamın yanına götürdüler. Paşa büyük
şiltesine yaslanmış uzun ve murassa çubuğunu çekiyordu. Karşısında Silahtar
Cafer Ağa ile Nişancı Feridun Bey divan duruyorlardı.
— Oğlum Tosun, dedi, sana bir iş
çıktı. Senin gibi at sürecek er yok. Bu ferman-ı hümayunu şimdi al. Koş. Niş'e
götür. Oradaki Beye ver...
Karşısında
sırılsıklam divan duran Tosun Beye öpüp başına koyduğu kırmızı bir keseyi
uzattı. Tosun Bey, elleri bağlı, ilerledi. Eğildi. Keseyi aldı. Öptü. Başına
koydu. Dışarı çıkarken sadrazam:
— Haydi arslanım, çabuk, yolun
uğurlu olsun!
diye gülümsedi.
Çadırın önünde mükemmel bir kır atın kendini beklediğini gördü. Yağmur hâlâ
eski şiddetiyle yağıyordu. Bindi. Karnı açtı. Üzengisini tutan hademelerden su
istedi. Verdikleri çotrayı nihayetine kadar içti. Ve ağır, keskin mahmuzlarını
atın karnına vurdu. Ordugâhın kalabalığı, ışıkları, uğultusu arasından beş
dakikada çıktı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde dörtnala uzaklaştı.
Kayboldu...
Ormanlardan,
derelerden, köprülerden, tepelerden, uçurumlardan şimşek gibi geçti. Belgrat'ta
durmadı. Hemen atını değiştirdi. Azığını aldı. Yine yola atıldı. Hiç uyumuyor,
yalnız düz yerlerde atı tırıs giderken rüyasız ve uyanık bir uykuya dalıyordu.
Gecelerden gündüze yağmurlardan güneşe girdi. Haziranın sıcaklarıyla esvabları
kurudu. Kendi ve atı terledi. Akşamları serin rüzgârlara karışan bülbül sesleri
işitti. Sabahları cıvıldayan tarla kuşlarının saklandığı ekin deryaları içinde
yürüdü. Nihayet bir gece, pek uzaktan Niş'in aydınlıklarını gördü. Büyük bir
çiftliğin önünden geçiyordu. İri ve azgın köpekler arkasından koşuyor ve
havlıyorlardı. "Gün doğuncaya kadar şurada kalayım. Erken şehre girerim."
dedi ve çiftliğe saptı. Herkes gibi çiftliğin adamları da onu tanıyorlardı.
Atını aldılar. Hürmetlerle yukarıya, kuleye çıkardılar.
— Ben biraz dinleneceğim. Gün
doğmadan beni uyandırın.
Emrini verdi.
Ne vakit olursa
olsun, her gelen yolcuya yemek çıkarmak âdetti. Tosun Bey:
— Hiçbir şey istemem, bana biraz
ayran getirin.
dedi. Ve getirip bıraktıkları
testiyi dikti. Susuzluğu geçince sedire uzandı. Gözlerini kapadı. Fakat uyuyamadı.
At üzerinde gelen uykusu böyle hareketsiz kalınca kaçıyordu. İki tarafına
döndü. Tolgasını çıkardı. Kılıç kemerini gevşetti.
.... Tam
dalacağı sırada birdenbire sıçradı[.] Göğsünün üzerine koyduğu ferman ateş
almış yanıyordu. Elini götürdü. Hayır... Tuhaf bir rüya[.] Ferman yerinde
duruyordu.
Biraz daldı.
Rüyasında
götürdüğü fermanın eriyerek kan olduğunu, sonra tufan dalgasının kırmızı
alevler halinde bütün vücudunu sardığını görüyordu. Sıçradı, uyandı. Hiçbir
tehlike karşısında intizamını bozmayan kalbi şimdi hızlı hızlı çarpıyordu.
Doğruldu. "Hayırdır inşallah..." dedi. Oturdu. Bir şeyler okudu.
Döndü. Üç defa sol tarafına tükürdü. Elini, titreyerek, fermana götürdü.
Yerinde idi. Yavaşça tuttu ve gayr-i ihtiyari bir hareketle çekti. Ocağın
üzerindeki kandilin titrek ve sönük aydınlığı içinde baktı. Üstüne sardığı
çevreyi çıkardı. Bu kırmızı bir kese idi. Yanından balmumu ile mühürlenmişti.
Dikkat etti. Terden, yağmurdan ve hareketten bu mum mühür yerinden oynamıştı.
Acaba içinde ne vardı? Dehşetle rüyasına giren bu ferman ne idi? Mutlaka
inzibata dair bir emr-i şerif... Çünkü harp yukarıda idi. Haydutlar, cephane,
yahut yollar ve mekkârîler için bir şey olmak ihtimali vardı. Ama hayır... Bu
mühim, pek mühim bir emirdi. Çünkü bilhassa kendisiyle gönderiliyordu. Acaba ne
idi?
Fermanı tekrar
çevreye sardı. Koynuna koyacaktı. Fakat göğsünün görünmez bir cendere ile
sıkıldığını duydu. Boğazı tıkandı. Sanki ferman sahiden[2] ateş
almış[,] vücudunu yakıyordu. Sönmez bir merak ateşi ruhunda tutuştu. Zaten işte
mühür bozulmuştu. Açsa... Belli bile olmayacaktı. Başını salladı!. Kendi
kendine:
— Sakın, sakın!
dedi. İçinde
tutuşan merak ateşi öldürücü bir sıtma gibi her yerini sarsıyordu. Hararetten
yanan elleri, sanki kendi iradesiyle inat eden başka bir vücudun azası imiş gibi,
torbayı açtı[.] Üçe katlanmış kâğıdı çıkardı. Tosun Bey, iradesine isyan eden
ellerinin cinayetinden titredi. Bir ferman açılabilir miydi? Fakat
kımıldayamıyor, ellerine hükmedemiyordu. Zincire vurulmuş[,] hareketsiz
yatarken, başkasının yaptığı cinayeti karışmadan seyreder gibi, ellerinin hıyanetine
bakakaldı. Kendisini dinlemeyen bu eller[,] fermanı da açtı. Tosun Bey az ışık
veren kandilin ziyasıyla ancak gördüğü satırları okudu. Taş odanın beyaz
duvarları, nakışlı tavan, halı örtülmüş döşeme etrafında dönmeye başladı. Deli
oluyordu.
Cinayetten sonra
kaçan katiller gibi elleri iki tarafına düştü. Açık ferman dizlerinin üstünde
kaldı. "... İşbu emr-i şerifimizin hamili devletimize vücudu muzır olan
Tosun Bey kulumun da heman vürûdunda başın kesesin ve şöyle bilesin ki...."
Gözünü bu cümleden ayıramıyordu. Aşağısını okuyamadı. Demek, gece gündüz, hiç
durmadan koşarak getirdiği, rüyasında vücudunu yakan bu kırmızı kese kendi idam
fermanıydı! Şaşkınlığı çok sürmedi. Belki elli defa ölümün pek yakından geçerek
korkunç kanatlarını sürttügü geniş ve parlak alnını tuttu. Arkasına dayandı.
Sağındaki pencereden siyah ve dağınık bulutların geçişine baktı. Bir an öyle
durdu. Derin bir nefesle göğsünü kabarttı:
— Ama niçin? Ama
niçin?
dedi.
Sadakatten, cesaretten, fedakarlıktan, harpten, hücumdan başka ne yapmıştı? Ta
on beş yaşından beri..[.] On senedir at sırtından inmiyordu. Bütün dünyayı
dolaşıyor, en namdar kahramanların çekindikleri yere gözlerini kı[r]pmadan
atılıyordu. Muhasaradaki burçların içine, yüzlerce zırhlı düşmanın arasına tek
başına ve yalın kılıç atıldığı zamanlar ölmediği hâlde şimdi bir celladın, adî,
köpek bir cengânenin satırı altında mı can verecekti? Maziyi hep birden
düşünüyor, ve kırılır gibi olan cesareti yavaş yavaş yerine geliyordu.
Doğruldu. Ayağa kalktı. Ferman ve kese yere düştü:
— Ben kafamı kolay vermem.
dedi. Pencereye
yaklaştı. Siyah bulutlar daha hızlı geçiyor, tan yeri morlaşıyor, çiftliğin
yanından akan küçük bir derenin hüzünlü ve hafif şırıltısı işitiliyordu. Bütün
Rumeli, bütün Anadolu kendisini tanırdı. Anadolu'ya atlayınca hangi şehzadenin
yanına gitse muhabbetle kabul olunacağına emindi. On kişiye, yüz kişiye değil,
icabında bin kişiye karşı koyabilecek bir cesareti vardı. Sonra kuvveti,
mahareti, çevikliği... Bütün memlekette daha bir eşi yoktu. Bir kere Anadolu'ya
kapağı atınca ele geçmek imkansızdı. İran'a, Turan'a kadar vura kıra gider,
nâmına birçok şanlar, şerefler ilave ederdi. Tekrar kalbi:
— Ama niçin? Niçin?
diye burkuldu.
Hiçbir şey beklemiyordu. Aklına ancak mükâfat ve iltifat gelirdi. Böyle bir
kelime... Asla… Acaba ne kabahat yapmıştı? Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü
kabahate benzer bir şey yaptığını hatırlamıyordu.
— Ah müzevirler, Allah'tan
korkmaz bühtancılar...
Kim bilir
aleyhinde ne yalan uydurmuşlardı. Fakat... O, babası gibi celladın pis kılıcına
bir koyun itaatiyle başını uzatmayacak, canını almaya gelenlerin canlarını
alacak; kendi canı alınıncaya kadar başkalarından can alacaktı…
— Vakit geçirmeyeyim.
diye mırıldandı.
Tolgasını başına geçirdi. Kılıcının kayışını, kuburluklarını sıkıştırdı.
Yerdeki fermanla keseyi aldı. Yine gözüne "...devletimize vücudu muzır
olan..." kelimeleri ilişti. Niçin onun vücudu devlete muzırdı? Böyle bir
itham canını devlet uğruna nezretmiş bir insan için ne acı bir tahkir, ne acı
bir küfürdü… Yazıya dikkat etti. Acaba padişahın hattı mıydı? Silahtar Cafer
Ağanın da olmak ihtimali vardı. Padişahla onun hattı farksız derecede birbirine
benzerdi. Fermanı katladı. Yine keseye soktu. Balmumunu hohladı. Mührü eski
yerinden hafifçe yapıştırdı. Azrailin kanadından kopma kanlı bir tüy kadar hafif
olan bu müthiş bez içinde işte hayatı duruyordu.
Evirdi. Çevirdi. Böyle..[.] Bu müthiş şeye bakarken yadından hep ermediği
muratları, müphem emelleri geçti. Bu dakikaya kadar ne mesuttu! Şan, şeref,
şöhret, servet, debdebe içinde yaşıyordu. Padişahın en sevgili bir gözdesi idi.
Gördüğü lütufları düşündü. Sipahilik zamanlarını hatırladı. Daha on beş
yaşındayken bile kuvveti, şecaati görenleri şaşırtıyordu. Cirit oyunlarında,
güreşlerde, mübarezelerde hep birinci geliyordu. Sonra..[.] Kendini evinde
büyüten babasının eski emektarı ihtiyar Salih Ağa gözünün önüne geldi.
İstanbul'dan çıkarken veda için elini öpmeye gittiği zaman bu ihtiyarın verdiği
nasihatı işitir gibi oldu: "Padişah'ın emrinden dışarı çıkma. Canını
istese ver. Düşünme. Dünyada olmasa bile âhirette mükâfatını görürsün..." Ve
maziyi hatırlamaya devam edemedi. Ansızın bozulan bir saat gibi sanki dimağı
durdu. Yalnız kulağından Salih Ağanın sesi çıkmıyordu:
— Padişahın emrinden dışarı
çıkma...
Hâlbuki... Hâlbuki..[.]
O, işte padişahın emrinden dışarı çıkıyor, hatta isyana hazırlanıyordu. Bu
büyük ve şenî günahı yapmış gibi kalbinde heyecan ve nedametle karışık zehirli
bir sızı duydu. Canını padişah ve devlet uğrunda vermeye ahdetmiş miydi? O
halde bu canı kimden, nereye ve niçin kaçıracaktı? Artık, birdenbire
kuvvetlenmiş iradesinin hükmüne tâbi demir elleriyle tuttuğu bu kırmızı keseyi
kaldırdı. Dudaklarına dokundurdu. Sonra başına götürdü.
…
Güneş, bulutlar
içinde, gizlice doğarken doludizgin Niş'e girdi. Canlı bir yıldırım gibi dar ve
bozuk sokaklardan geçti. Beyin konağı önünde atından atladı. Kendisini tanıyan
kapıcılar, sipahiler, askerler:
— Tosun Bey! Tosun Bey!
diye koşuştular.
İki kanadı açık geniş kapının, ortasında bir fener sarkan beyaz badanalı kemeri
altından[,] temiz ve zemini kara taş kaplı iç avluya ilerledi. Bağırdı:
— Çabuk Beye haber verin, ferman
var...
Hademelerin
arasından ayrılan uzun boylu kapıcıbaşı öne düştü. Onu taş merdivenlerden
çıkardı. Bey, sabah namazını kılarak selamlığa çıkmış, rahat rahat çubuğunu
çekiyor, mahmurluk keyfini yetiştiriyordu. Odasına ansızın Tosun Beyin
girdiğini görünce şaşaladı. Bu Bey, onun cesaret ve kahramanlığına meftun[,]
ihtiyar, feleğin çemberinden geçmiş, eski bir askerdi. Hemen ayağa kalktı.
Kucakladı. Alnından öptü:
— Safa geldin yiğidim, hayır
haberler getirdin...
Tosun Bey
gülerek:
— Bir ferman-ı hümayun getirdim.
dedi. Ve
koynundan kırmızı keseyi çıkardı. Öptü. Başına koydu. Uzattı. İhtiyar Bey,
bilhassa Tosun Beyle gönderilen bir fermanın ehemmiyetini düşündü. Yorgun
yüreği hopladı. Sarardı. Titrek, zayıf ve kıllı elleriyle bu keseyi aldı. Öptü.
Başına koydu. Mumun bozukluğuna bile dikkat edemedi. Kopardı. Fermanı çıkardı.
Açtı. Okudu. Ve uzun çubuğunun dayalı durduğu yüksek sedire yıkılıverdi.
Karşısında Tosun Bey, bir eli kalçasında, dinç ve levent duruyor, gülümsüyordu.
Zavallı ihtiyar ağlamaya başladı:
— Ne ağlıyorsun, Bey hazretleri?
İhtiyar inledi:
— Bu fermanın ne yazdığını
biliyor musun?
— Biliyorum.Benim kafamın
kesilmesini yazıyor…
— ....
İhtiyar bey,
bütün memlekette kahramanlığı dillere destan olan bu al yanaklı, gür bıyıklı,
dağ parçası, heybetli, cesur, güzel bahadıra ıslak gözleriyle uzun uzun baktı.
Acaba niçin gazaba uğramıştı? Böyle bir arslanı[,] celladın eline vermek ne
büyük bir insafsızlıktı. Hangi vicdan buna razı olurdu. Ak sakalına yakışmayan
masum bir hıçkırıkla:
— Kabahatin ne?
diye sordu.
— Padişahım bilir...
— Ben senin başını kesmem, Tosun
Bey. Şimdi affını yazacağım. Çifte tatar çıkaracağım. İstirhamım kabul
olunmazsa kendi başımın kesilmesini isteyeceğim.
— Hayır, Bey! Hayır. Padişahın
emrinden dışarı çıkma. Beni kes... Kestikten sonra affımı istirham et.
Padişahım, kendi emri yerine geldikten sonra, ben kulunu affetsin.
İhtiyar bey daha ziyade ağlıyor,
hıçkırıyordu:
— Ben senin gibi bir yiğide
kıyamam. Ben seni kesemem. Elim, dilim buna varmaz.
— ....
— Vallahi seni kesemem.
— ....
Yeni uyanmış
erkek bir arslan sükunuyla gülümseyen Tosun Beyin parlak çehresi birdenbire
karardı. Gür kaşları çatıldı. Şahin bakışlı iri ela gözleri açıldı. Nefret ve
hiddetle kılıcını çekti:
— Padişahımın emrini yapmayan
asîleri ben keserim!
diye kükreyerek bu
zayıf kalpli, zayıf ve itaatsız ihtiyarın üzerine yürüdü. Al çuhadan büyük kapı
perdesinin arkasında gizli nöbet bekleyen silahlı hademeler koşuştular. Ve onu
tuttular.
…
Yarım saat
sonra,
Sırmalı resmî kavuğunu
çıkararak başına mütevazı ibadet külahını geçirmiş olan ak sakallı bey tenha odasında, seccadesine oturmuş[,] boynu
bükük "Yasin" okurken dışarda mahzun ve belirsiz bir yağmur
serpeliyor; iç avlunun siyah taşlarındaki taze ve sıcak kanlar üstüne,
sahipleri görünmeyen samimi gözyaşları[3] gibi
damlıyordu.
YAZAN: Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder