Yeni Kahramanlar
— O ne? Yazdığın roman mı?
— Değil.
— Ya ne?
— Birkaç destan.
— Harbe dair mi?
— Eski kahramanların hayatına dair.
Pek
çabuk bir şöhret kazanmış olan genç akrabam teklifsizce yanıma oturdu.
Muharebenin başında, daha mektepten yeni çıkmış acemi bir doktordu. Ama, en
uzak hudutlara giderek, hiç durmadan çalışarak... tifoya, koleraya, tifüse
aşılar bularak bir sene içinde “fevkaladeden” terfi etmiş, binbaşı olmuştu.
— Nereye gidiyorsun?
diye
sordum.
— Haydarpaşa’ya.
— Fakülteye mi?
—Evet.
Güldüm:
— Ne o, yine bir keşif mi var?
— Hayır. Şöyle bir müşahede. Bir faraziye...
— Ne üzerine?
— Tetanosun tedavisine dair. Galiba bir ipucu
buluyoruz. Bir hafta evvel gönderdiğim “mütalaa” için bugün beni çağırdılar.
Tafsilat isteyecekler sanıyorum.
Lafını
bitirmeden döndü. Elimde kapalı duran defteri aldı.
— Okuyalım şu destanları.
diye
açtı.
— ….
— Bu nasıl yazı? Kargacık, burgacık...
— Ver, ben okuyayım, sen dinle.
— Haydi bakalım.
Defterimi
aldım. En beğendiğim manzum bir menkıbeyi açtım. Yavaş yavaş okumaya başladım.
Bu, yerde bulduğu kırık bir kalkanla zırhlı iki düşman süvarisine esirken hücum
ederek kafalarını kesen ihtiyar bir sipahinin hikâyesiydi. Genç doktora bu
kahramanın şecaatini iyice duyurabilmek için sesime bir ahenk vererek okuyor,
mübarezenin heyecanını tasvir eden yerlerde duruyordum. Rüzgâr biraz fazla
olduğu için güverte tenha idi. Karşımızdaki kanepede oturan sıska bir şapkalı
hiç bizi dinlemiyor, ilk defa görüyormuş gibi dikkatli gözlerle boş limanın kalabalık
kenarlarına bakıyordu. Üç sahifelik destanımı bitirince:
— Nasıl?
diye
sordum.
—İyi...
— Ey, nasıl, şimdi böyle kahramanlar var mı?
Doktor
güldü. Başını salladı:
— İşte, dedi, masa başında, kapalı oda içinde
“hayatı tetkik ediyorum” sanan zavallı romancının hülyası!
— Ne demek?
— Senin bu kırık kalkanlı ihtiyar sipahin bugünkü
hayata göre mümtaz bir kahraman mı?
— Elbet.
— Öyleyse ben sana söyleyeyim; son derece
aldanıyorsun.
— Niçin?
— Bugünkü askerler, zabitler, kumandanlar değil,[;]
doktorlar, sıhhiye neferleri, hatta nakliyeciler, mekkâreciler bile senin
sipahinden bin defa fazla kahramandırlar.
— Amma mübalağa ha....
— Hakikati söylüyorum.
İnsan
ne tuhaftır! Fikrine, ümidine, arzusuna muhâlif bir şeye rast gelince hemen
bozulur. Doktorun o kadar sevdiğim kahramanımı beğenmeyişi âdeta benim gücüme
gitti. Bir an sustum. Eseri takdir edilmeyen bir sanatkâr elemi duydum. Bu
elem, biraz mateme benzer; sevgili evladının kıymetsizliğini, tahkir
edildiğini, öldürüldüğünü gören zavallı bir babacığın matemine... Evet,
doktorun sanattan, ruhun rebabî ihtiyacından haberi yoktu. Bilmiyordu ki
sanatkâr, hâl içinde mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik maziye
döner. Orada ezeli efsanelerini yaşayan binlerce tayf vardır. Bu tayflara tarihin
hayalinden renkler, şekiller verir. Onlara meftun olur. Destanlarını terennüm
eder.
— Heyhat azizim, sen fen adamısın, dedim, mazinin
zevkini duyamazsın.
— Sen de hayal adamısın. Hâlin hakikatini
göremezsin.
— Hâlde güzel ne var?
— Mazide ne var?
— Mazide bugünkü medeniyetin, maddiyatın
söndürdüğü nurlar var, dedim, ulviyet var. Ruh azameti var. Fikir uğrunda
fedakârlık var. Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk
var. Hayatın hakiki manası olan mefkûre var. Sonra rebabiyet var... Ah şimdi...
— Şimdi bunlar yok mu?
— Yok, yok.
diye
inledim. Doktor güldü. Bana acır gibi baktı:
— Ne fena, ne yanlış itikat...
— ….
Vapur
Kız Kulesi açıklarından geçiyor, poyraz solumuzdan çarpıyor, elimdeki defterin
yapraklarını açarak kahramanımı beğenmeyen genç doktora sanki bir cevap vermek
istiyordu. Tekrar sordum:
—Söyle
bana, hâlde mazinin harareti var mı?
— Hâlde hararet değil, ateş var, ateş...
dedi.
— Ben görmüyorum.
— Çünkü hayalperversin. Hakikati gözün görmez.
Mazideki kağnı bugün nasıl otomobil şeklinde ise, sorduğun hararet de ateş
şeklindedir. Mazideki ok, bugün mitralyözdür. Mazideki kulübe bugün muhteşem
bir abidedir. Mazideki sal bugün dretnottur. Mazideki masalcının bir kutuya
binip memleketten memlekete uçmak hülyası bugün bir hakikattir. İşte
tayyareler, işte zeplinler...
— Fakat manevi faziletler...
diye
sözünü kesmek istedim.
— Onlar da, dedi, onlar da asırlar içinde tekâmül
yollarından geçerek sizin dar hayalinize sığmayacak derecede mehipleşmiş...
Kırk ikiliğin yanında piştovu gözünün önüne getir. Mazinin ulviyeti, mazinin
fazileti, hâlin azameti karşısında tabii böyle çocuk oyuncağı gibi kalır.
Mazideki fidan, bugün koca bir çınardır. Dur; mesela en rebabî olan bir
fazilet... aşk, değil mi? Mazide bir ferde, bir aileye, nihayet bir kabileye
karşı duyulurdu. Şimdi bu aşk o kadar büyümüş, o kadar büyümüştür ki[,] içinde
fert, aile, akraba, ummana düşen yağmur damlaları gibi, kayboluvermiştir.
Bugünkü millet, vatan, insaniyet muhabbetini düşün. Bugün mefkûre uğrunda ne
feda olunmaz? Sevgili mi? Aile mi? Ocak mı? Hayat mı? Ne? Ne? Mazideki fert,
asırların içinde, hisçe büyümüş, civanlıktan, uzviyetten çok uzaklaşmış,
değişmiş... Şimdi onun ruhu, onun vicdanı büyük bir kâinatı istiap eden başlı
başına bir dünya...
Görüyordum:
Bu genç doktor, birçok meslektaşları gibi, biraz da hatipti. Üç senelik durma
dinlenme bilmeyen bir uğraşma onun sinirlerini çelikletmiş; senelerce, daima
üzerinde bomba atan tayyarelerin uçuştuğu hastane çadırlarında itidalini
bozmadan ameliyatlar yapmak, müthiş yaralar, kopmuş kollar, yarılmış karınlar,
parçalanmış kafalar, korkunç ölümler görmek onu tamamıyla başka bir adam
yapmıştı.
Yeni
harbin ahlaki kıymetini, ulvi büyüklüğünü, yüksek fedakarlıklarını[,] duyulmuş
bir heyecanla anlatıyordu. Tasvirleri, fen adamlarına mahsus mücerret
tabirlerle karışıktı. Cephelerde gördüklerini aynıyla değil, sanki gördüklerinden
çıkardığı terkibî neticeyi bana söylemek istiyordu; onun fikrince insanlarda
manevî faziletlerin azameti zihnin hacmiyle mütenasipti. Eski insanların
içtimai muhitleri mahduttu. Aile, kabile, aşiret, nihayet kavim... Zihinlerinin
hacmi de içtimai muhitlerinin sahası derecesinde idi. Yani dardı. Bu dar
zihinlerde, ufku genişlememiş dimağlarda, zarurî olarak, faziletler de dardı.
Hatta din, uluhiyet, mukaddes bile pek mahduttu. Medeniyetler dimağların
ufuklarını büyütmüştü. Fert, mensup olduğu cemiyetin, hatta bütün insaniyetin
şuuruyla hissetmeye, düşünmeye başlamıştı. Artık faziletler de zihinlerin
hacmine uymuş, inanılmaz derecelerde büyümüştü.
Susuyor,
defterimle oynayarak, gülümseyerek dinliyordum. Selimiye’nin önlerinde idik.
Köpüklü denizin üstünde serseri martılar uçuşuyor; yanımızdan yelkenli bir
mavna geçiyordu. Doktor sağ taraftaki kanepelerde birisini selamladı. Sonra,
birdenbire sözlerinin konferans edasını değiştirerek bana sordu:
— Senin destanlarındaki eski kahramanlarının
içinde harp meydanında yaralananlar var mı?
— Tabiî var, dedim.
— Yaraları kaç yerinden?[1]
— Muharebenin şiddetine göre... Üç, beş, hatta
bazen...
— Bazen?
— Hatta on yerinden?
— Bu, çok mu?
—Az
mı?
— ….
Güldü:
— Şuraya bak.
dedi.
Sol tarafındaki kanepenin ta ucunu gösteriyordu.
—….
— Gördün mü, o zabiti?
— ….
Büyük
kalpaklı, pek şık, pek genç, pek zayıf, uzun boylu, narin, kumral bir zabit...
— Gördüm, dedim, şimdi selam verdiğin, değil mi?
— Evet... Tuhaf bir tesadüf Çanakkale’de, Kafkas
cephesinde, Bağdat’ta, Suriye’de, Makedonya’da beni onunla karşı karşıya
getirdi. Daima hastahanede, ameliyat masasının üzerinde..[.]
— Demek hep yaralanmıştı?
— Hem kaç yerinden? Tahmin et bakalım?
Harp
cephelerini hesap ettim:
— Beş yerinden… dedim.
Doktor
yine güldü:
— Hayır.
Cephelerin
adedine birer daha ilave ettim:
— On yerinden...
— Hayır.
— On beş...
— Hayır.
— On sekiz...
— Hayır.
— Yirmi...
— Hayır.
— Yirmi beş yerinden...
— Hayır. Daha çık.
Tereddütle:
— Otuz... dedim.
— Hayır. Daha çık.
— Otuz beş...
— Hayır!
“Kırk...”
diyemedim. Bu olacak şey değildi.
— Latife ediyorsun doktor...
diye
güldüm.
—Hayır,
katiyen latife değil. Söyleyeyim mi, kaç yerinden?
— Söyle.
— Tam kırk dokuz yerinden…
Hayretle
döndüm. Genç zabite baktım. Elindeki bastonu parlak potinlerine vuruyor,
İstanbul’un pek aydınlık bir sis içinde dumanlanan mahmur ufuklarını
seyrediyordu.
— Yalan.
— Vallahi sahih[2]
söylüyorum.
Tekrar
genç zabite baktım. Yüzümü çevirmeden sordum:
— Bu yaraların hepsini ayrı ayrı mı almış?
— Hayır. Hemen her muharebede beş on yara
birden... Bir kere Bağdat’ta on sekiz yara ile benim önüme getirdiler.
Ayaklarından bir mitralyöz yağmuru geçmiş, yere uzanınca tepesinde bir şarapnel
patlamıştı.
Döndüm:
— Nasıl ölmedi?
— O ölmez. Onda bir iman var; başından
bacaklarının arasına kadar dört parmak uzunlamalığına, omuzlarının arasında
dört parmak enliliğine, çapraz bir hudut çizer. “Buralarda isabet olmazsa ölüm
yok.” der. Suriye’de bel kemiğine bir kurşun dokunmuştu. Ayakları tutmuyordu.
Kurşunu çıkardım. Yine hissi yerine geldi. Bir hafta içinde kendini topladı. Ateşe
koştu[,] öyle bir azim... öyle bir kuvvet ki... tarif edemem sana... Ameliyat
esnasında katiyen kendisini bayılttırmaz.
Yine
genç zabite baktım. Kulaklarıma inanamıyordum, bu kadar narin, bu kadar güzel,
bu kadar nahif bir vücutta böyle kuvvetli bir ruh...
— Bu genç nereli?
— İstanbullu... Sana kısaca kim olduğunu
söyleyeyim. Gayet zengin bir ailenin kıymetli, tek bir evladı... Harpten evvel
Almanya’da okuyormuş. Ben dinlemedim. Ama Erenköyü’nde oturan komşularından
işittim, harikulade bir sanatkârmış... Harp ilan olununca talimgâha koşmuş.
Kemanın yayını bıraktığı eline kılıcı almış… Bütün orduda şimdi onun şöhretini
duymayan yoktur. İstediğine sor.
— Adı ne?
— Ferhat Ali Bey.
Vapur
Haydarpaşa limanına giriyordu.
— Ben bu ismi duymadım. Resmini de gazetelerde
görmedim.
dedim,
doktor:
— İşte senin zihniyetin! diye tekrar güldü. Sen
yeni kahramanları, medenî, yani millî kahramanları katiyen anlayamazsın. Onlar
gürültülü tebcile, pohpoha, âlayişe tenezzül etmezler, hatta böyle reklamlardan
iğrenirler. Kahramanlıklarının kendilerine değil, millete, orduya ait olduğunu
söylerler. Mesela işte bu Ferhat Ali Bey, katiyen fotoğrafını çıkartmaz. Kafkas
cephesinde bir gece istikşâfında baskına uğrattığı Kazakların kılıç yaralarıyla
benim hastahaneme gelmişti. Harp Mecmuası’na göndermek için fotoğrafını
çıkartmak istedim. Reddetti. “Halkın, ordunun şerefini kendi nefsime mahsus bir
haslet gibi göstermek hırsızlıktır.” dedi. Ben de senin gibi evvela anlamadım.
Yaptığı kahramanlıkları anlattım. “Bunlar hep birer vazife... dedi, milyonlarca
asker vazifesini yapıyor, öyleyse hepsinin fotoğraflarını çıkarıp gazetelere
basmalı...”
— Tamamıyla meçhuliyet, nisyan istemek..[.] Bu
tuhaf bir arzu!
dedim.
— Hayır, tamamıyla nisyan istemiyor. Hastahanemde
onunla uzun uzadıya konuştum. Ruhunu anladım. “Ölülere mükâfat, dirilerin
hatırasıdır.” diyor. Onun fikrince bir kahraman öldükten, ebedî hayata
karıştıktan sonra tebcil olunmalı. Sağken yapılan tebcil ve mükâfat kahramanlığın,
fedakârlığın hasbîliğini bozar. Fazilet şuursuz, menfaat kaybından azade iken
şuurlu bir hâle geçer. Sahibini küçültür, düşürür.
Vapur
yanaşıyor, yolcular ayağa kalkıyordu. Doktor:
— Haydi, Haydarpaşa’ya in de... çıkarken seni ona
takdim edeyim, dedi.
— Peki!
Kalbim
çarpıyordu…
Kalktık,
o da ayakta idi, bastonuna dayanıyordu.
Doktor
önüne gitti. Elini sıktı:
— Nasılsınız Ferhat Bey?
— Çok iyiyim efendim.
— Gördüm sizi, yanınıza gelemedim. Halazademden
ayrılamadım. Size takdim ederim......
— Teşekkür ederim.
— İhtiyat zabiti Ferhat Ali Bey!
— Teşekkür ederim.
dedim,
sinirli elini sıktım.Doktor bu adsız kahramanla konuşmaya başladı. Ben mukaddes
bir vücut karşısında dinî bir haz duyan günahkâr bir mümin sükûtuyla duruyor,
onun iri mavi gözlerine, yüksek alnına, hiç kimseye benzemeyen nezih çehresine
bakarak içimde derin bir ürperme duyuyordum.
— Şimdi burada mısınız, doktor bey?
— Evet, siz?
— Ben de galiba bir müddet daha burada...
Yürümeye
başladık, genç zabit azıcık aksıyordu. Doktor, sordu:
— Bacağınız mı uyuştu? Duralım, ahali çıksın.
— Hayır, yürüyelim, dedi, uyuşmadı. Bu sefer
Galiçya’da gülle götürdü.
— Bacağınızı mı?
— Evet[,] sağ bacağımı!
İkimiz
birden taş kesildik. O gülümsüyordu:
— Ama hamdolsun, korktuğuma uğramadım.
dedi.
—…
— Evet, bu harp zamanında tekaüt olup bir köşeye
atılacağım, levazıma filan verileceğim diye ödüm kopuyordu.
Sararan,
birdenbire neşesini kaybeden doktor[,] matemî bir telehhüfle sordu:
— Fakat artık nasıl harbe gideceksiniz?
— Pek rahat... Ne otomobille, ne atla, ne de
yayan...
— Nasıl?
— Tayyare ile.
— ?...
— Evet, dün nezaret istidamı terviç etti. Beni
tayyareci sınıfına ayırdı. Tayyarecilikte bacağa lüzum yok. İnsan oturduğu
yerde, rahat rahat harp edecek... Hem binlerce metre yukarılarda, bulutların
arasında... Ne zevk, ne zevk!
— ….
— ….
Doktorun,
benim, sesimiz çıkmıyordu. İskeleden iniyorduk. Takma bacağını henüz iyice
kullanamayan bu yeni, bu medeni, bu millî kahramana bakarak elimdeki eski
kahramanların destanını denize fırlatmak istiyordum. Utanacak bir şeymiş gibi
gayr- i ihtiyarî bu hakir defteri bükerek cebime soktum. Bilet toplanan tahta
parmaklıktan geçtik. Garın geniş mermer merdivenleri önünde ellerimizi sıktı.
Ayrılırken doktora:
— Hem artık azizim, yaralanmaktan bıkmıştım,
dedi, tayyarede bu yok işte... En çok buna seviniyorum.
…
Gar
bahçesinin yanında yürürken doktor sordu:
— Nasıl yeni kahramanlar?
— …
Cevap
veremedim. Yüksek semanın ezeli mavilikleri içinde fen kanatlarıyla uçan bu
kahramanların asla yaralanmayacaklarını; bulutların altında bekleyen muhakkak
ölümün onlara uzun sürecek hiçbir acı, hiçbir uzvi elem duyurmayacağını
düşünüyordum.
Yeni
Mecmua, C. 1, S. 9, 6 Eylül 1917, s. 178—180—
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder