Eski
Kahramanlar
"...Türkler az söyler, çok yaparlar."
Maktul İbrahim Paşa
Maktul İbrahim Paşa
Bosna Beyiyle
Semendire Beyinin askerleri işte kaç haftadır "Yayçe"'yi sarmışlar,
kumandanlarının gelmesini bekliyorlardı. Dinmez yağmurların, çılgın
fırtınaların döve döve yosunlattığı tekir duvarlı büyük kale kuvvetine emindi.
Ne kapısında, ne bedenlerinde kimse görünmüyordu. Burçlarında sallanan
bayraklar olmasa bomboş bir kaya yığını sanılacaktı.
…
İki ot atımı
ötede kurulu beyaz çadırların önünde, yere serili siyah kebelere oturmuş genç
voyvodalar ihtiyar bir zabitin anlattıklarını dinliyorlardı. Hava, tıpkı bir
yaz sabahı kadar güzeldi. Etrafta devriye takımları uzun mızraklarıyla cirit
oynar gibi koşuşuyorlar, aydınlıktan huylanan atlar şaha kalkarak, deli bir
dörtnalla ileri atılıyorlardı. Sanki bütün ordugâhta, dört gündür güneşi
göstermeyen ıslak sisin hapsettiği birikmiş bir neşe canlanmıştı. Kırçıl pos
bıyıklarını, burnunun ucuna bakarak, iki eliyle büken ihtiyar zabit:
— Benim
büyük babam burada şehit oldu.
dedi.
— Geçen
sefer sarıldığı zaman mı?
— Ne geçen
seferi?
— !...
— ... Çocuk
musunuz? Ben altmışı tuttum. Büyük babamın kaç yaşında olması lazım gelir?
Dinleyenler
gülüştüler:
— Herhâlde
senden büyük… dediler.
— Hem çok
büyük… Malum ya, asker geç evlenir. İhtimal benim gibi kırkından sonra evlendi.
Ben yüzünü görmedim. Yalnız hikâyesini işittim. Bu kalenin kumandanı imiş...
—
"Yayçe"nin mi?
diye
şaştılar.
— Evet?
— !...
…
Sağında
oturan iri, esmer genç sordu:
— Öyleyse
niçin "şehit oldu" diyorsun?
— Ya ne
diyeyim?
—
"Vuruldu, öldü" de.
— Niçin?
— ...
Esmer
delikanlı dilinin ucuna gelen lafı söylemedi. Yutkundu. Silah arkadaşının
karşısında soğuk bir şey söylemek istemiyordu. Hıristiyanken vurulup ölene
"şehit" denir miydi? İhtiyar zabitin etrafında bağdaş kurmuş
yoldaşları, öbür voyvodalar "niçin, niçin?" gibi yüzüne bakıyorlardı.
Sussa bu sükûn daha ağırlaşacak, kendi daha müşkül bir mevkide kalacaktı.
Kızardı. Düşünmeden ağzından kaçırdığı itiraza pişman oldu. Ama artık hiçbir…
kaçamak yolu yoktu. Sıkılarak:
— Dedenin
adı neydi?
dedi.
— Sungur...
— Ay, Türk
müydü?
— Hem
cetbecet…
—
Hıristiyanların ordusunda mı askerdi?
— Hayır
bizim ordumuzda.
— O hâlde
nasıl "Yayçe"ye kumandan olmuş?
—
"Yayçe" bizim kalemizdi, be…
— ...
Genç, cesur,
kahraman voyvodalar şaştılar. Bunlar tam harp adamlarıydı. Yalnız aldıkları
emirle yapacakları şeyi bilirlerdi. Sanatları içinde o kadar kaybolmuşlardı
ki... Vakayıya hiç ehemmiyet vermezlerdi. Uzak yakın tarihini değil, hatta
vaktiyle kendilerinin yaptığı şeyleri bile bilmezler, vurdukları kasabaların,
yağma ettikleri şehirlerin isimlerini unuturlardı. Unutmadıkları şey istikbale
aitti: "Kızılelma"ya gidilecekti. Bu hücumlar, bu akınlar, bu
muhasaralar hep oraya yol açmak içindi. Orası dünya üzerinde bir cennetti!
Bütün dünyanın zaferi, şanı, saadeti, ganimeti orada idi. İhtiyar zabit pos bıyıklarına
baktı. Biraz düşündü. Başını salladı. Kalın damarları görünen kıllı esmer elini
kaleye doğru uzattı:
— Burası iki
sene bizde kaldı.
— Ne vakit?
dediler.
— Fatih Gazi
zamanında...
Genç
muhariplere bu iki senelik hakimiyeti anlatmaya başladı. Dedesiyle gelen
Türkmenler kalenin içindekilere aman vermişlerdi. Ne canlarına, ne mallarına
dokunulmuştu. Hatta esir bile alınmamıştı. Yerlinin hâkimden hiç farkı yoktu. O
kadar ki... Bir yortu günü pazar meydanında gürültü eden bir sarhoş Hıristiyanı
dövdükleri için, iki başıbozuğun boynu vurulmuştu. Tarlalarında, ticaretlerinde
rahat rahat çalışan Yayçelileri sanki "adalet" azdırdı. Reayalarından
emin olan Osmanlıların hepsi bir cuma günü camiye toplanmıştı. Namaz
kılıyorlardı. Gördükleri iyiliklerin intikamını almak isteyen yerliler toplanıp
camiyi bastılar. Sungur Alp’la adamlarının hepsini bir anda öldürdüler. Kıyıda
bucakta kalanları da esir ettiler. İşte...
—… İşte
aşağı yukarı yetmiş sene var ki "Yayçe" yine onlarda...
diye
hikâyesini bitiren ihtiyar doğruldu. Ellerini dizlerine dayadı. Kükredi:
— Ama bu
sefer mutlaka alacağız.
— Mutlaka.
— Hele
beyler gelsinler bir.
— Fırsat
düşerse beyleri de beklemeyiz.
— ...
— Bir
hücum...
— Ama daha
asker gelecek…
— …
...
İhtiyar bundan evvelki muhasarada bulunmuştu. O bozgun
ne korkunç bir felaketti. Ferhat Bey'i gafil avlayıp kırk sancakla başını alan
muharip papazı bulmak için Vuryüzen, Manastır, Semendire Beyleri meydana
atılmışlardı. Hüsrev Bey, Sinan Bey, Balı Bey -Fran Triyban kontu meşhur
muharip Kristof on altı bin kişiyle imdada gelinceye kadar- Yayçe'yi
sıkıştırmışlardı. İhtiyar birden sustu. Yüzünü ekşitti:
— Ah zavallı
Cem...
Dedi.
Gözleri yaşardı.
— ...
— Dünyada bu
Cem'in hâli kadar yüreğimi parçalayan bir acı yoktur. Ne cesur, ne kuvvetli, ne
bahadır bir tosundu!
Zabit
ağlıyordu. Sordular:
— Şimdi
nerede?
— ...
— Öldü mü?
— Keşke
ölseydi...
— Ya ne
oldu?
— Yarım ölü
kaldı.
— ?...
— Evet,
yarım ölü... Bir asker için ömrü oldukça dövüşememek, "yarım ölü"
demektir. Cem muharebe için yaratılmıştı. Geçen muhasarada, bir gün, yine işte
buracıkta oturmuş, yoldaşlarla sohbet ediyorduk. Cem dedi ki: "Benim canım
sıkılıyor. Vuruşmak istiyorum." Sonra: "Haydi gelin, düşmanın
başmuharibini teke tek kavgaya çağırayım. Kabul ederse eğleniriz." dedi.
Ben, maksat kendi gücümüzü[,] kuvvetimizi göstermek olmadığını söyledim.
Meramımız hep birden kaleyi almaktı. Vazgeçirmeye çalıştım. Lafımı
dinletemedim. Kalktık. Arkasından gittik. Kaleye yaklaşınca, Cem atını
oynatarak: "İçinizden kendine güvenen varsa işte meydan... Teke tek[1]
dövüşelim." diye haykırdı. Kaleden "var, var" diye bağırdılar.
Biraz sonra kalenin kapısı açıldı. Bir atlı çıktı. Bu muhafızların kumandanı
"Blas Şeri" idi. Tepeden tırnağa kadar zırhlar giymişti. Atı da
zırhlıydı. Cem kılıcını çekmedi. Mızrağı sallıyordu. Birbirlerine hücuma
başladılar.
— Blas Şeri
ne kullanıyordu?
— Kılıç...
— Mızrağa
karşı kılıç olur mu?
— O vakit
biz de buna şaştık. Bu adam gayet iri, gayet kuvvetli bir muharipti. Ama Cem
ondan daha iri, daha genç, daha çevikti.
— Cem'in
zırhı yok muydu?
— Vardı. Ama
yalnız göğsünde... İki saat kadar birbirlerini yaralayamadılar. Atları yoruldu.
Kalenin siperleri hep seyircilerle dolmuştu. Bizim asker de saf olmuş, uzaktan
bu heyecanlı musaraayı seyrediyordu. Berabere kalacaklardı. Bu esnada nasıl
oldu… göremedik. Çat etti, Cem'in mızrağı kırıldı. Kılıcına davranmaya meydan
kalmadı. Blas Şeri dizine öyle bir kılıç indirdi ki...
— ...
— … Oh[,]
nasıl söyleyeyim. O anda sol bacağı mahmuzuyla, çizmesi ile beraber yere düştü.
Biz koştuk. Atın başını tuttuk. Kendisini aşağı aldık. Blas Şeri "hurra,
hurra…" diye kendisini alkışlayan kaleye girdi. Zavallının yüzü
sapsarıydı. Yerde duran kopuk bacağına bakıyor, "Allah'ını seven beni öldürsün!"
diyordu. Kucağımızda çadıra getirdik. Cerrah, harıl harıl akan kanı durdurdu.
…
İhtiyar
ağlayarak Cem'in eski kahramanlıklarını anlattı. Böyle yaman bir zabiti ordu
görmemişti. Şimdi zavallı kim bilir Anadolu'nun hangi şehrinde koltuk
değnekleriyle gezerek serhaddin
hülyalarıyla ah çekiyordu. Bir muharip için harpten uzak yaşamak kadar acıklı
bir şey yoktu. Ölmek, genç yaşında sakat kalmaktan çok iyiydi. Ölen muharip
şan, şeref içinde ebedî istirahate çekilir, kolsuz bacaksız kalan kahraman harp
hasreti içinde ömrü oldukça bir cehennem azabıyla kıvranırdı. İhtiyar zabit,
cesur Cem'in topal kaldıktan sonraki ümitsizliğini, hırsını, alamadığı
intikamının ruhunda açtığı yarayı acı acı anlattı. Dinleyenlerin içinden biri
hızla ayağa kalktı. Çadırın arkasında duran neferlere:
— Benim
atımla mızrağımı getirin...
Diye
haykırdı.
— ...
Bu, Kasım
Voyvodaydı.
Oturanlar:
— Ne
yapacaksın?
Dediler.
— ...
"Hiç"
gibi omzunu silkti. Elleri kalçalarında, önüne bakarak gezinmeye başladı. Her
akında, her hücumda ordunun başında giden bu kısa boylu, nahif genç hemen hiç
lakırdı söylemez, yalnız dinlerdi. Kıyafetinden kuvveti pek belli değildi.
Çelimsizdi. Zırhı vücuduna bol gelir, yüksek tolgasından ince bıyıklı nazik yüzü
küçücük görünürdü. Atı gelince üstüne fırladı. Mızrağını eline aldı. Sırmalı
siyah kebelerde oturanlar da kalktılar. İhtiyar yoldaşlarına:
— Teke tek
vuruşmaya gidiyor, dedi, bari zırhını giyse...
...
Arkadaşları
"Kasım, zırhını giy!" dediler. O hiç cevap vermedi. Yine omzunu
silkti. Meydana atını sürdü. Kale kapısının önüne gidince teke tek vuruşmak
için bir muharip istedi.
Kaleden
cevap veren olmadı.
Voyvodalar, zabitler,
yayan olarak, seyir için arkasından koşmuşlardı. Kasım belinden kılıcını
çıkardı. Uzağa fırlattı. Atından indi, kıçına mızrağı ile vurdu. At ordugâha
doğru dörtnala kaçtı.
— Bre
korkaklar! diye haykırdı. İşte atımdan indim. Kılıcımı attım. Arkamda zırhım,
elimde kalkanım yok. İçinizde benimle teke tek dövüşecek bir er yok mu?
...
Siperlerden
bakışıyorlardı:
— Kimi
istersin?
Dediler.
— Blas
Şeri'yi.
— O burada
yok…
— Ondan
üstün birisini istiyorum!
— Öyle ise
bekle!
— ...
Kalenin
önünde, Kasım Voyvoda ağır demir mızrağını yere sapladı. Yuvarlak gölgesini
çiğneyerek bekledi. Sabırsızlanıyordu. Yoldaşları uzaktan ona bakıyorlardı.
Yaptığı işte bir delilikti. Kılıçsız, kalkansız, atsız, zırhsız hiç dövüş olur
muydu? Ama ona laf anlatmaya imkân yoktu. Gayet inatçıydı. Karar verdiği şeyden
ölüm karşısında bile dönmezdi. Kale kapısının gıcırdadığını duydu. Siyah zırhlı
bir at üzerinde siyah zırhlı bir dev göründü. Yanında ağır bir kılıç asılıydı.
Elinde kalın bir mızrak tutuyordu. Bu dev, Jan Hobordanski’ydi. Düşman
ordusunda onun kadar kuvvetli, onun kadar mehib, onun kadar iri bir muharip daha
yoktu. Teke tek dövüşlerde kimse karşısına çıkamazdı. Atını mahmuzladı. Kasım
Voyvoda'nın üzerine sürdü. Bu atsız, kalkansız, kılıçsız, zırhsız Türk'ü atına
ezdirmek istiyordu. Kasım birden mızrağı çekti. Geri fırladı. Tam
Hobordanski'nin atı üzerine gelirken eğildi. At üzerinden aştı. Hobordanski
tekrar atını döndürürken yerden fırlayan Kasım demir mızrağı ile göğsüne öyle
bir çarptı ki... Bir anda, bu harp devi, zırhları şangırdayarak yere
yuvarlandı. Kalkanı bir tarafa, mızrağı bir tarafa gitti. Bu düşüşün
dehşetinden ürken at şahlanarak kaçtı. Kasım Voyvoda, yere yatmış bir mandaya
hücum eden çevik bir kaplan yavrusu gibi, hasmının üstüne atıldı. Tolgasının
tepesinden tuttu. Uzaktan "yaşa,
yaşa…" diye bağıran yoldaşları:
— Kafasını
kes, kafasını kes!
Dediler.
Cevap
vermedi. Omzunu silkti. Hobordanski'nin tel zırhlı geniş sırtına sağ diziyle
bastı. Kalın kollarını arkaya kanırttı... Ciğerlerinin hizasına birkaç yumruk
yapıştırdı. Her yumrukta, mızrak darbesiyle göğüs kemikleri çöken baygın
Hobordanski, "oh, oh…" diye inliyordu. Ağzından oluk gibi pıhtılı
kanlar fışkırıyordu. İniltisi kesilince, Kasım Voyvoda hiçbir şey yapmamış gibi
soğukkanla doğruldu. Yerden kılıcını, mızrağını aldı. Arkadaşlarına doğru
yürüdü. Kaleden çıkanlar Hobordanski'nin cesedine koşuşuyorlardı. İhtiyar zabit:
— Bre Kasım!
Niye bu herifin kellesini almadın?
Diye omzunu
okşadı. Öbür voyvodalar da etrafını çevirdiler:
— Niye
kesmedin be? Niye kesmedin?
Diyorlardı. Kasım
gülümsedi. İhtiyara baktı. Tembel dudaklarını zorla oynattı:
— Er
meydanında ölmek şerefine o layık mı ki...
Dedi. Sonra
arkadaşlarına dönerek ilave etti:
— Artık ömrü
oldukça eli silah tutamaz. Onu yatağa gömdüm. Dünyada yataktan daha azaplı bir
mezar var mı?
…
Hakikaten Jan Hobordanski bir daha
harp edemedi. Yıllarca yatakta kıvrandı... Kalktığı zamanlar artık o eski
müthiş, kuvvetli muharip değil, hasta, mağrur bir siyasetçiydi. İstanbul'a
düşmandan ilk defa o sefir geldi. Vezirlerin epeyce canını sıktı. Nihayet... Er
meydanında da ölemedi. Sultan Süleyman'ın Macaristan'a kral nasbettiği Yanoş'u
vurmak için bir gün gizlice "Buda"ya girerken yakalandı. Bir torbaya
konulup Tuna'ya atıldı...
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
[1] “Teke
tek” tabiri yerine İstanbul’da bir kısım halk “yeke yek” tabirini
kullanıyorlar. Fakat “teke tek” diyenler de var. Hususuyla Anadolu’da da bu
tabir kullanılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder