Eski
Kahramanlar
Dar kapısından
başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında, tek başına gece gündüz,
kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı
andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazulu, geniş omuzlu bir pehlivandı!
On senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç namluları bütün
Anadolu'da, bütün Rumeli'de, serhat boylarında büyük bir nam kazanmıştı. Hatta
İstanbul'da bile yeniçeriler satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların
üstünde "Amel-i Ali Usta" damgasını arıyorlardı. O “çeliğe çifte su
verme”sini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki
kat olur, yine kırılmazdı. "Çifte su vermek", sanatının yalnız ona
mahsus bir sırrıydı. Yanına çırak almaz, kimse ile çok konuşmaz, dükkânından
dışarı çıkmaz… habire uğraşırdı. Bekardı. Hısımı akrabası yoktu. Memleketin
yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka laf bilmez, pazarlığa
girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız muharebe zamanları ocağı
söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, muharebeden sonra meydana
çıkardı. Şehirde ona dair birçok hikâyeler söylenirdi. Kimi "cellat
elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için vakitsiz
dünyayı terk etmiş bir garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin yüksek
bakışından, kibar tavrından, mağrur sükûnundan, düzgün sözlerinden onun öyle
adî bir adam olmadığı belliydi. Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları
bilen yoktu. Halk kendisini seviyordu. Şehirde böyle meşhur bir ustanın
bulunması herkes için ayrı bir iftihardı:
— Bizim Ali.
— Bizim koca usta,
— Dünyada eşi yoktur.
— Zülfikar'ın sırrı ondadır!
derlerdi. Koca Ali en kalın, en
katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kağıt gibi yumuşatan sanatını
kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken sert bir
beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi.
Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında
yetiştirecek, büyük mevkilere çıkacaktı. Fakat Ali'nin mizacında
"başkasına minnettar kalmak" ihtimali derin bir elem sızlatıyordu.
"Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim." dedi. Bir gece amcasının
konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. İsmini
bilmediği memleketler dolaştı. Nihayet Erzurum'da ihtiyar bir demircinin yanına
girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun
eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok
çalıştı. Emsalsiz işler meydana getirdi. Pek az kazanca kanaat etti. İçinde
"mukaddes ateş"ten bir şule bulunan her mucit gibi para için değil,
sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek"
onun aşkıydı. Gönüllü gibi muharebelere gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin,
sekbanların içinde "Ali Usta” işinin methini işittikçe tadı dille anlatılmaz
manevi bir zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha
birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanları parçalayan çelik yatağanlar,
zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı
tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca
kıvılcımlar tutuştururdu.
— Tak!
— Tak, tak,
— Tak, tak….
İşte bugün de
sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün
yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici
bırakan eliyle terlerini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte hazin hazin
akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz bir takırtı
koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı.
Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını
iyice çekti. Kilitlemeye lüzum görmezdi. Uzun meydandan mescite doğru yürüdü.
Şehrin kenarındaki bu mütevazı mabede hep fakirler gelirdi. Minaresi sokağa
bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide
girince her vakitkinden fazla kalabalık gördü. Daima üç kandil yakılırken bu
akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti.
Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye
istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip derviş geldiğini, yatsı namazına
kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı
kılınıp bittikten sonra cemaatin bir kısmı çıktı.
Koca Ali
yerinden oynamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler,
açılırım!" dedi. Büyük bir huzû içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten
nağmeleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun kalbinde nihayetsiz bir vect, bir
heyecan, bir galeyan istidadı vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Manasını
anlamadığı bu lisanın uhrevî ahengi onun sakin kanını sular altında saklı derin
bir girdap gibi kaynattı. Her tarafı sebepsiz bir sarsıntı ile titriyor, sökülmez
bir hıçkırık boğazına takılır gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra
mescitten çıkınca doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık,
yıldızlı bir yaz gecesiydi. Saman uğrusu sarı altın tozundan nihayetsiz bir
bulut gibi göğün bir tarafından öbür tarafına uzanıyordu. Yürüdü. Yürüdü.
Şehirden mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı.
Geniş derenin dibine akseden yıldızlar nurdan çakıltaşları gibi parlıyor,
şırıldıyordu. Kenarlardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı. Gitti.
Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin ruhunda kalan ahenklerini işitiyor,
tıpkı mescitte gibi gaşyoluyordu. Ansızın arkasından bir ses:
— Kimdir o?
diye bağırdı.
— ....
Daldığı tatlı
âlemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür tarafında iki üç karaltı ilerliyordu.
Gayr-i ihtiyari cevap verdi:
— Yabancı yok!
— Kimsin?
— Ali...
— Hangi Ali?
— ....
Gölgeler
yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:
— Koca Ali.. Koca Ali, be…
— ….
— Sen misin Ali Usta?
— Benim!
— Ne arıyorsun bu vakit
buralarda?
— Hiç.
— Nasıl hiç? Suya çekicini mi
düşürdün yoksa…
— !
Bunlar şehir
subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı. Ne cevap vereceğini
şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler ehl-i ırzlar nazarında
hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir
gezeni yakaladılar mı dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona fena muameleler
etmediler. Dizdarbaşı:
— Ali Usta, sen deli mi oldun?
dedi.
— Yok...
— Böyle gece yarısına yakın
değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, bahusus böyle şehir kenarında kimsenin
dolaşmasına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun?
— Biliyorum.
— Ee, ne arıyorsun buralarda?
— Hiç...
— Nasıl hiç?
— ….
Koca Ali yine
cevap veremedi. Dizdarlar onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı.
Hırpalamadılar. Yalnız:
— Haydi yerine git. Dolaşma...
dediler.
Geldiği yollardan
hızlı hızlı dönen Koca Ali ruhunda demin dinlediği ahengi tekrarlıyordu.
Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı.
Sokakta hiç kimseye rast gelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının
üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir hayal gibi ayakta duruyordu. Kapısı
aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı.
— Tuhaf, rüzgâr açmış olacak.
dedi. Dükkânında
örsü ile çekicinden başka kıymetli şeysi yoktu. Bunlar da çalınmaya değmezdi.
Kimsenin işine yaramazdı ki hırsız aşırmak zahmetine girsin...
İçeriden kapıyı
sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte şehirde yaşamak da bir
türlü esirlikti. Hâlbuki dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir
yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak
musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan
yatakçığına uzandı.
…
Sıçrayarak
uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile:
— Kim o?
diye haykırdı.
— Aç, çabuk…
….
Sabah olmuştu.
Kapının aralıklarında bembeyaz ziya çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp
kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını
bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı
dolduran aydınlığı içinde palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşını gördü.
Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne
var?" gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı:
— Ali Usta, dükkânı arayacağız.
dedi.
Koca Ali hayretle
sordu:
— Niçin?
— Bu gece Budak Beyin
mandırasında hırsızlık olmuş.
— Ee, bana ne?
— Onun için işte dükkânı
arayacağız.
— O hırsızlıktan bana ne?
— Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu
köprünün altında kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir
tanesini oraya bırakmışlar.
— Bana ne?
— O keselerden bir tanesini de bu
sabah senin dükkânın önünde bulduk. Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali kamaşan
gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Hakikaten el kadar bir kan lekesi
sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken palabıyıklı dizdar:
— Hem bu gece geç vakit ben seni
köprünün üstünde gördüm. Orada ne arıyordun? dedi.
— ....
Koca Ali yine
verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı.
— Arayın...
diye geri
çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen baş ağa
haykırdı:
— Ay, işte, işte..
— !
Koca Ali gayr-i
ihtiyari dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri
gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha
ıslaktı. Bir ağalarının bir de mücrimin yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı
hiddetlenerek sordu:
— Çaldığın paraları nereye
sakladın?
— Ben para çalmadım.
— İnkâr etme, işte kuzunun derisi
dükkânında çıktı.
— Bu deriyi ben buraya koymadım.
— Ya kim koydu?
— Bilmiyorum.
. . . .
Koca Ali zaten
çok lakırdı söyleyemezdi. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç
vakit köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Dizdarların bulduğu bütün
deliller aleyhine çıkıyordu. Budak Beyin yeni sattığı beş yüz koyun ücreti de
mandıradan çalınmıştı. İki kuvvetli hırsız bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı.
Ertesi gün hâkimin huzurunda bu çoban hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini
söyledi. Gece geç vakte kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para
keselerinden birinin kapısı önünde bulunması Koca Ali'nin ithamına kâfi geldi.
Ne kadar inkâr etse hırsızlığı te'vil götürmüyordu. Zaten hükümetçe nereden
geldiği, nereli olduğu belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar
verildi.
Koca Ali bu
kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Dudaklarını ısırdı. Kazaya
rızadan başka çare yoktu! Sendeleyerek ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle:
— Kolumu bırakın, kafamı kesin!
diye rica etti. Bu ömründe onun ilk
ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok adildi:
— Hayır oğlum, dedi, sen adam
öldürmedin[.] Eğer çobanı öldürseydin o vakit kafan giderdi. Ceza kabahate
göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Hak böyle istiyor. Şeriatin
kestiği yer acımaz…
— ...
. . . .
Koca Ali'nin
kolu kafasından çok kıymetliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki kol
sayesinde veriyor, bu iki el sayesinde serhadlerde dövüşen binlerce gazilere
çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy
gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu Ağa
kapısında dizdarların odası altına kapadılar. Kısas gününü burada bekliyor, hiç
sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek
mabudu ölen bir mümin matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu.
Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
....Bütün şehir
halkı Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar
yakışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler
kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmayı sözleştiler. Şehrin en
büyük zengini “Hacı Mehmet”e müracaat ettiler; bu adam Karun kadar mal sahibi
olduğu hâlde son derece hasisti. Hâlâ şehrin pazar yerinde, küçük bir dükkânda
kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı, nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı.
Ama sipahilerle hoş geçinmek lazımdı:
— Mademki siz istiyorsunuz, dedi,
ben onun kolu için diyet veririm. Ama bir şartla...
— Ne gibi?
diye sordular.
— Varın kendine söyleyin. Eğer
ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa...
— Pekâlâ, pekâlâ...
...Sipahiler Ağa
kapısına koştular. Hacı Kasabın teklifini Koca Ali'ye söylediler. O evvela
"kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler “adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar harp
gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin?” diye ısrar
ettiler. “Kula kul olmak” fâni dünyada "birisine minnettar kalmak"
azapların en ağırıydı.
O, daha pek gençken,
vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, minnettar kalmamak için aile ocağından
kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi onu bak kime köle edecekti?
Sipahiler: “Hacının
yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen hür
kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme.” diyorlardı.
…
Hacı Kasap,
kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca Ali'yi arkasına taktı. Dükkâna
getirdi. Bu adam gâyet titiz, gâyet huysuz, gâyet berbat bir ihtiyardı. Hiç
durmadan dırdır [edip] söylenirdi. Hasisliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi,
bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesine
bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti oraya oturdu. Her şeyi ona
yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat evvel şehirden
iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona
kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalattırıyor, ona sattırıyor.. Ta akşam
namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur
çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri
dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi sabah için koyun
getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor,
suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin
bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona ayıklattı.
Koca Ali, sade
suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmetlere yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat
Hacı Kasabın ikide bir:
— Ulan[1] Ali!
Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın.
diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını
çekemiyordu. Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece
uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
— Kolunun diyetini ben verdim.
— ....
— Şimdi çolak kalacaktın ha...
— ...
— Benim sayemde kolun var.
— ...
Hacı Kasap, adeta
bu sözleri "aferim" tarzında diline pelesenk etmişti. Her emrinin
icrasından sonra kır sakallı, çirkin, sıska suratını ekşiterek mavi çukur
gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer "Aklında tut, benim esirimsin!" gibi
verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, kalbinin yırtıldığını, göğsüne
sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını,
şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken,
mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken
"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar
veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti
içinde yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna
yediremiyordu.
İşte o vakit
sahiden hırsızlık etmiş olacaktı.
Fakat bu herifin
ikide birde bu yaptığını başa kakmasına tahammül... ölümden pek güç, ölümden
pek acı, ölümden pek ağırdı.
…
Hacı Kasaba köle
olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş,
koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgahın
solundaki büyük yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine: "Ne yapacağım,
ne yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti.
Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı. "Ne yapacağım, ne
yapacağım?" hülyasına öyle dalmıştı ki... Kasabın geldiğini duymadı.
Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
— Ne yapıyorsun be?
Döndü. Efendisi
köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu.
— Bıçakları biliyorum.
dedi.
— Hay tembel, miskin hay…
Sabahtan beri ne yaptın?
—… .
Cevap vermedi.
Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı. Baktı.
İhtiyar, beklemediği bu acı bakıştan kızdı. Sordu:
— Ne bakıyorsun?
— ....
Koca Ali sesini
çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hizmetini durup dinlenmeden
gördüğü halde kendini yine "tembel,
miskin" diye tahkir etmeye sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla
süzüyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor,
çeneleri kitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali
gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu
yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
— Kolun diyetini benim verdiğimi
unutuyorsun galiba, dedi, ben olmasam şimdi çolak kalacaktın...
—….
Koca Ali yine
cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü.
Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün
üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu
tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasabın önüne:
— Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla
fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan
çıktı.
Onun vaktiyle
geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.
YAZAN: Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder