Eski
Kahramanlar
Büyük
Selahaddin kendisinden aman dileyen Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı.
Şam'da “Biraz dinlenelim!” istirhamında bulunan askerine:
— “Ömür
kısadır. Ecelden emin değiliz!”
cevabını
verdi. Yayından çıkmış bir alev, ok şiddetiyle yabancı Avrupalıların haksız
yere benimsedikleri kasabalar üzerine atılıyor, müthiş matkaplarıyla deldiği
kaleleri hemen zapt ediyordu. Kurtularak Sur kalesine kapağı atan Hak düşmanı
mutaassıpların adedi Avrupa'dan gelen imdatlarla çoğalıyor, çoğalıyor, milyonlara varıyordu. Ama artık İslam’ın yüzü
gülmüştü. Yıllarca süren zulümlerin intikamı alınacaktı. Şam her gün yeni bir
fetih haberiyle seviniyor, camiler şenleniyor, Allah'a şükretmeye koşan halkı
mabetler almıyordu. O vakit bu şehir, fasılalı fakat mütarekesiz din
muharebeleri yüzünden, âdeta bir Türk ordugâhına dönmüştü. Sıkışan halifelerin,
ürkmüş emîrlerin seyrek saflarını doldurmak için Turandan taşan
"bahadırlar tufanı" sanki burada birikmiş, sâkin olmuştu. Doğu
tarafında kocaman bir Türk mahallesi vardı. Kılıçla, kalkanla, tolgayla, eğersiz
atlar üzerinde gelenlerin çocukları Arapça öğrenip medreselerde âlim oluyorlar,
medenî bir zevk içinde; şiir, edebiyat, hikmet, ticaret sahasında yaşıyorlardı.
Doğan Bey de bunlardan biriydi. Babası, Alp Arslan'ın en eski
kumandanlarındandı. Üç küçük kardeşini yirmi senedir görmemişti. Biri Kızıl
Arslan'ın, biri Pehlivanoğlu Özbek'in, biri de Harzemşah Döğüş'ün ordusunda
idi. Kendisi hiçbir orduya girmemiş, gençliğini medresede geçirmiş, Dımışk'tan
hiç ayrılmamıştı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçenin
ortasındaki harap evinde yapyalnız oturuyordu. Çoluğa çocuğa karışmamış,
kitaplarının üstünde ihtiyarlamıştı. İhtiyar bir hizmetçisi vardı. Yiyeceğini,
içeceğini çarşıdan o taşırdı. Kendi dışarıya hiç çıkmaz, kimseyle görüşmez, kimseyle
tanışmazdı. Ama bütün mahalle, hatta bütün şehir halkı yine onunla meşguldü:
— Ne
yapıyor?
— Herhalde
ibadet değil!
— Camilerde
görünmez.
— Niçin
dışarı çıkmaz?
— Evine
kimseyi sokmuyor. Niçin?
— Yapyalnız
ne yapıyor?
— …Ne
yapacak acaba?
diyorlardı. Meraklarında
biraz haklıydılar. Çok defa, sâkin beyaz duvarların arkasından yerleri sarsan
patlamalar duyulurdu. Çocuklar, kadınlar, gençler sokakta küme küme dururlar,
sık fıstık ağaçlarının tepelerinden havaya tüten kırmızı, sincabî, mor, yeşil
dumanları korka korka seyrederlerdi. Halkın telkininden kurtulamayan ulemalar
da hiç yüzünü görmedikleri bu münzeviye fahri bir garez bağlamışlardı.
"Katlinin vacip olduğundan" dem vuruyorlardı. Şehirde her felaketi
onun uğursuzluğuna yormak âdetti. Kuraklığı, fırtınaları, yangınları,
kavgaları, cinayetleri hep o.. "Büyücü Doğan" yapıyordu. Ahalisiyle
ülfet etmediği Dımışk'ın ruhunda, yıllar geçtikçe, Doğan, dayanılmaz bir elem
olmuştu. Büyük küçük, herkes ona levmediyor, lanetler yağdırıyordu. Yanılıp da
bir gün dışarı çıksa ihtimal üzerine atılıp parçalayacaklardı. En umulmaz zafer
haberlerinin verdiği neşe bile halka Büyücü Doğan'ı unutturamadı. Selahaddin
geldiği zaman, Emeviye Camii’nin önüne bütün Dımışk toplandı. O namazdan
çıkarken:
— Ey Sultan!
Bizi bu Büyücü Doğan'dan kurtar!
diye
bağrıştılar. Selahaddin hayatını cihatta geçirirdi. Yolu düştükçe uğradığı
Şam'ın ahvalini iyice bilmezdi. Sarayına gelir gelmez yeğeni olan kaymakam
Ferruhşah'ı huzuruna çağırdı:
— Halkın
istemediği bu Doğan kim?
diye sordu.
Baalbek Emîri Ferruhşah vakıa amcası kadar müthiş bir kahraman değildi. Ama
amcasından daha adildi. Şairlere birçok kasideler yazdıracak derecede şecî,
cömert, kerim bir zattı. Mefkuresi hakla adaletti.
— Halka hiç
ziyanı dokunmayan bir mutekif!
cevabını
verdi.
— Sana
şimdiye kadar şikâyet ettiler mi?
— Çok defa.
— Niçin
adaleti yerine getirmedin?
— Getirdim.
— Ne ceza
verdin?
— Ceza
vermedim. Tahkikat yaptım. Anladım ki bu Doğan'ın hiçbir ferde zararı dokunmamış.
Aradım; halk içinde "Bana şunu yaptı." diyen bir davacı çıkmadı.
— Öyleyse
niçin yolumda "Bizi ondan kurtar!" diye bağırırlar?
Ferruhşah
gülümsedi. Kaleler almasını, krallar esir etmesini, ordular dağıtmasını pek iyi
bilen kahraman amcası halkın ruhuna yabancıydı.
— Sultanım!
dedi, "Bizi ondan kurtar!" diye bağırmaları, gördükleri bir zulümden,
bir şerden değildir.
— Ya
nedendir?
—
Meraktandır.
— ?
— Maksatları
"Bizi meraktan kurtar!" demektir.
— Neyi merak
ederler?
— ....
Ferruhşah Doğan'ın
yıllarca süren sessiz itikâfını, asaletini, gençken medresede kimya ilmiyle
hendese ilmine çalıştığını, gâyet derin bir âlim olduğunu, şimdi madde ile,
yanar cisimlerle uğraşıp bilinmeyen şeyler keşfine savaştığını amcasına uzun
uzadıya anlattı. Halkın mahiyetini bilmediği şeye kin bağlaması tabii idi. Bu
zavallı adam kırk senedir, merak ettiği bir noktaya ömrünü hasretmişti. İşte
onu anlamaya çabalıyordu. Başka bir kabahati yoktu. Fakat Selahaddin:
— Canına
dokunmayalım. Buradan çekilip gitsin...
kararını
verdi.Vakıa o da büyüye, sihire inanmazdı. Ama halkın istemediği bir adamı
şehirde bırakmayı siyasete muhalif görüyordu. En vâhi bir şayiadan kan, kavga,
niza çıkabilirdi. Ferruhşah hemen o gün adamlarını ihtiyar Doğan'a gönderdi.
Sultanın emrini tebliğ etti. Ertesi sabah, evinin önüne toplanan halk büyük
kapının açıldığını, yedeklerinde birer deve çeken iki ihtiyarın çıktığını
gördü. Öndeki, beyaz sakallı, kısa boylu, mavi gözlü adam Büyücü Doğan'dı.
Birçok kişi ilk defa olarak görüyordu. Arkadaki.. kambur hizmetçisi... Onu
zaten tanıyorlardı. Savrulan küfürleri, lanetleri duymuyor gibi ikisi de yere
bakarak yürüyorlardı. Çöle çıkan caddeden gittiler. Açık kapıdan halk bahçeye
üşüştü. Bağırarak evin her tarafını aradılar. Fıçı fıçı neftlerden, şişe şişe
renkli sulardan, türlü türlü tozlardan, ne olduğunu anlayamadıkları birtakım
cetvellerden, pergellerden, hendese aletlerinden başka bir şey bulamadılar.
Hepsini kırdılar, kopardılar, döktüler, dağıttılar, yıktılar. Bir hafta
geçmeden Büyücü Doğan unutuldu. Yıllarca onunla korkunç bir kâbus, meşum bir
birsâm gibi uğraşan Dımışk'ın mustarip ruhu sanki birdenbire rahatlandı!
…
Ramazanda
ordusu ile Şam'dan çıkan Selahaddin birkaç hafta sonra Safad'la Kevkeb'i de
aman vererek aldı. Oranın ahalisini de Sur'a gönderdi. Beş altı sene içinde
Irak'ta, Suriye'de hükmü altına girmeyen bir kale yoktu. Ötede beride kalan
mutaassıp güruhu aman istiyor, teslim oluyorlardı. İslamın bu parlak
galebelerinden kederlenen Papa'nın yüreğine inmişti. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoruyla,
Fransız kralı Filip, İngiliz Kralı Rişar.. sonra Avrupa'nın bütün namdar
şövalyeleri haç alametleri taktılar. Filip'le Rişar deniz yolu ile
geleceklerdi. Sur, Avrupa'dan hıncahınç gelen imdatlarla o kadar doldu ki...
kale bu kalabalığı almadı. Siyah bayraklı hadsiz hesapsız bir ordu Akkâ'ya
doğru taştı. Fışkırdı. Selahaddin bu kara tufanın önüne yıkılmaz bir çelik kaya
gibi çıktı. Bu kudurmuş canlı dalgaları kırdı[.] Sahrayı kırmızı, sakin bir
denize çevirdi. Evet, birkaç saat içinde düşmanın on bin tanesini öldürdü. Geri
kalanları esir etti. Ölüleri nehre attırdı. Zira gömmek imkanı yoktu. Her taraf
ceset dolmuştu. Nihayetsiz leş yığınlarının taaffünü havayı bozdu. Şanlı galip
hastalandı. Kulunç illeti onu kımıldanamaz bir ıstırap yumağı haline soktu.
Hekimler ölüm zehriyle kaplanmış bu er meydanının hemen terkine lüzum
gösterdiler. Selahaddin Akkâ'daki askerine: "Ben hastalandım. İyi olmak için buradan
uzaklaşmaya mecburum. Siz sebat ediniz. Korkmayınız. Yine geleceğim!"
haberini gönderdi. Dünyayı titreten bu kahraman sedye içinde kıvrana kıvrana “Harube”ye
gitti. Meydanı boş bulan mutaassıp salipçiler Akkâ'yı bütün kuvvetleriyle
karadan denizden sardılar.
Bütün kış
muharebe ile geçti...
Mukaddes
Roma-Cermen İmparatorunun, ordusu ile, Suriye'ye yaklaştığı söyleniyordu. Yaz
gelince kulunçları geçen Selahaddin yatağından kalktı. Atına bindi. Bir dakika
durmadı. Cihada koştu. Yine eskisi gibi ordusunu "Tel Kisan"da kurdu.
Akka'yı saran hesapsız kuvvete her gün hücuma başladı. Salipçiler fütur
getirmiyorlardı. Her tarafa istihkâmlar kazmışlar, muhasara ordusundan başka,
arkalarını vuran Selahaddin'e karşı da ayrı iki büyük ordu çıkarmışlardı.
Artık
Akkâ'yı kurtarabilmek ümidi sönüyor gibiydi!
Frenkler
deniz yoluyla birçok kavi keresteler getirmişler; kalenin üç köşesine altmış
arşın yüksekliğinde beşer tabakalı üç büyük burç kurmuşlardı. Burçların her
tabakasında asker vardı. Gece gündüz kalenin siperlerine ok, ateş
yağdırıyorlar, büyük hendekleri dolduruyorlardı. Selahaddin atıyla muharip
saflarının arkasındaki küçük tepeciklerde geziniyor, kalenin etrafında yükselen
bu büyük burçlara bakarak dişlerini gıcırdatıyor:
— Ah gitti,
ah gitti...
diyordu.Vakıa
içerden bu burçların üstüne neft, paçavra filan atıyorlardı. Ama hiçbirisi
tutuşmuyordu. Selahaddin şahin gözleriyle kalenin müdafaadaki hareketini
görüyor, "Acaba bu tahtalar niçin yanmıyor?" diye düşünüyordu. Bu
merakını o gün tutulan bir esir halletti: "Frenk mühendisleri kulelerin
ahşap kısımlarını derilerle kaplamışlar, üstüne sirke, çamur, sonra birtakım
yanmaz eczalar sıvamışlardı." Küçük büyük, harple amanla, şimdiye kadar
elli kale alan bu kahraman sevgili Akkâ'sının can çekişmesine dayanamıyor,
geceli gündüzlü, az kuvvetleriyle bu çok düşmana saldırıyordu. Artık iki tarafı
da fütur getirmek üzereydi. Hırsından kıvranan Selahaddin bir sabah burçlardan
birisinin tutuştuğunu gördü. Gözlerine inanamadı. Atının üstünde doğruldu. Sağ
elini gözlerine siper yaptı. Dikkatle baktı. Arkasındaki muhariplere sordu:
— Tutuşuyor,
değil mi?
— Evet?
— Birdenbire…
….
Alev içinde
kalan burçtan müthiş bir vaveyla yükseliyordu. Her tarafı birden ateş almıştı.
Dördüncü beşinci tabakadan siyah noktalar yerlere atlıyordu. Diğer iki burçtaki
askerler de bağırarak kaçışıyorlardı. Yarım saat geçmedi, bunlar da ateş aldı.
Selahaddin hemen katî hücum emrini verdi. Ansızın iki ateş arasında ürken
düşmanlar, mücahitlerin keskin kılıçları altında kırıla kırıla kaçtılar.
…
Selahaddin
kıymetli kalesine girmedi. Altındaki kemikleri görünen naaşlarla hâlâ
cızırdayarak, fena bir koku çıkararak yanan yıkık burçların kömürleşmiş
direkleri önünde atının dizginini kastı. Ordunun bir kısmı kaçıp kurtulanların
arkasından gitmişti. Yaralılar toplanıyor, esirler bağlanıyordu. Huzurunda,
bugünkü muzafferiyetten sevinen yorgun kale kumandanına:
— Bu
kuleleri biz yanmaz biliyorduk. Nasıl yaktınız?
diye sordu.
— Evvela
yakamadık sultanım! Lainler sirkeyle, çamurla her tarafını sıvamışlardı. Kale
içinde bir ihtiyar garip çıktı. "Bana istediğimi veriniz, bu burçları
yakayım." dedi. Ne istedi ise verdim; neft, kireç, pamuk, kil... Bir ay
içinde üç bin tane humbara[1] döktü. On beş gün de çalıştı, yedi oluklu, hiç
görülmemiş bir mancınık yaptı. Bu sabah "Artık işim bitti.
İsterseniz yakayım." dedi. "Haydi yak" dedim. Yaktı.
Selahaddin
merakla:
— Nasıl
yaktı?
diye tekrar
sordu.
— Burcun en dolusuna
bir anda yaptığı tuhaf mancınıkla humbaralar yağdırmaya başladı. Her tarafı
evvela mor bir alev kapladı. İçindekiler de tutuştu. Öbür burçlardaki düşman
korkusundan kaçmaya başladı. Biz de kapıları açtık. Arkalarına düştük.
— Şimdi bu
ihtiyar nerede?
— İçerde.
— Ne
yapıyor?
— Kendine
minnettar kalan ahalinin elleri üzerinde geziyor.
— Sen ne
mükafat verdin?
— Mükafat
kabul etmiyor. Ne verdimse reddetti.
— Çabuk
buraya getirt. Ben onu memnun etmek isterim.
— Baş üstüne
sultanım!
…..
Al maşlahlı
genç kumandan hızla uzaklaştı. Adamlarını kaleye koşturdu. Selahaddin birkaç
saat evvelki kanlı boğuşmalara saha olan meydana bakıyor, direklerin arasında
yanan cesetlerin keskin kokularından tiksiniyor, vücudunun her tarafında yine
müthiş kulunç ağrıları duyar gibi oluyordu. Yarın şüphesiz hava yine bozulacak,
orduda hastalık başlayacaktı. Muhariplerine bütün ölüleri arabalarla denize
taşıyıp atmalarını emretti. Liman da mutaassıpların elinden alınmış, Mısır'dan
donanma tam vaktinde yetişmişti. Kalenin kapısından zafer, sevinç, şevk
naraları savuran bir kalabalık çıktı. Selahaddin başını çevirdi. Elleri üstünde
beyaz sakallı küçük bir ihtiyar gördü. Akkâ'nın minnettar ahalisi kendilerini
ölümden, esirlikten kurtaran muhterem vücudu başlarında taşıyorlardı.
— Ya Sultan!
İşte bizi kurtaran!
diye
bağrışarak yaklaştılar.
Üstü başı
perişan, siyah başlıklı beli bükük bir ihtiyar.. Yere ayaklarını basınca biraz
doğruldu. Çok sıkılmış olduğu yüzünden belliydi. Sultanın arkasından, atlılar arasındaki
Şamlılar bir ağızdan:
— Büyücü!
— Büyücü
Doğan,
— Büyücü
Doğan bu!
diye
haykırıştılar.Sonra… ansızın çöken derin bir sükûn bu hayreti daha beter
ağırlaştırdı. Selahaddin atından atladı. İhtiyara doğru birkaç adım attı:
— Doğan!
Sana bin deve, yüz bin dinar, hem de bütün Kerek malikânelerini ihsan ettim.
Daha ne istersen söyle. Emîrlik, hâkimlik, ne istersen...
dedi.
— Ben bir
şey istemem.
—….
…Sultan
kalın kaşlarını çattı. Başını salladı:
— Hizmetin
büyüktür! Sen burçları yakmasaydın Akkâ mutaassıpların eline düşecekti. Akkâ
düşünce biz İslamlar Suriye'de tutunamayacaktık. Kudüs'ü bile bırakıp çöllere
çekilmeye mecbur olacaktık. Sen hepimizi bu akıbetten kurtardın. Yalnız bizi
değil, belki bütün İslamı kurtardın. Bu mükafata layıksın. Kabul et!
İhtiyar
kafasını yukarı kaldırdı:
— “Ben bu
hizmeti hasbetenlillah yaptım. Ecrimi ancak Allah'tan isterim!”
dedi. Sonra sultanın cevabına meydan vermeden
döndü. Yüksek sesle hükümdarlarından kaleye hemen kendisinin emîr
nasbolunmasını yalvarmaya başlayan Akkâlıları göstererek ilave etti:
— Yalnız
beni bunların elinden kurtar!
—….
…..
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI:
Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder