16 Şubat 2015 Pazartesi

ÖMER SEYFETTTİN İHTİYARLIKTA MI? GENÇLİKTE Mİ? HİKAYESİ/ÖYKÜSÜ



İHTİYARLIKTA MI? GENÇLİKTE Mİ?
                                                                                                             Turan Masalları


Nihayetlerinde büyük ve kuş girmez ormanların mor ve sisli gölgeleri biriken geniş bir çayır... Ortasından zümrüt renginde bir su akıyor... Binlerce atlar, kısraklar, yeni doğan güneşin altınlı aydınlıkları içinde koşuşuyorlar. Yüz binlerce koyun meliyor. Naralar, kişnemeler! Daha uzaklarda karlı ve yüksek dağların gümüş taçlı başlara benzeyen sayılmaz tepeleri göklere doğru kalkmış! Ta ortada bir saray... Etrafındaki bahçenin kapısında silahlı ve atlı kahramanlar duruyor. Köpekler havlıyor...
Burası bir Türk beyinin otağıdır.
Bu yurdun sahibi Hasan Bey daha yirmi beş yaşında! Koyunlarının, atlarının, develerinin, dünyanın her tarafına giden kervanlarının sahiplerini bilmiyor. Mülkünün hududu belli değil. Azerbaycan’dan, Türkistan’dan, Bağdat’tan, Şam’dan, Anadolu’dan, Rum’dan kendi adamlarının nameleri gelir... Derler ki: “Bütün dünyanın yarısından ziyadesi Hasan Bey’indir.”  Ve seyyahlar güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar hep onun adının anıldığını anlatırlar.
Malının, mülkünün hesabını bilmeyen Hasan Bey’in bildiği ve çok sevdiği altışar yaşındaki iki ikiz çocuğudur. Bütün dünyanın en güzel kadını olan Uluç Bikem Hasan Bey’e vardığının senesinde bu ikizleri, Turgut ile Korkut’u doğurdu. Herkes onları peri yavruları sandı. O kadar güzeldiler ki birbirine farksız benzeyen iri ve siyah gözlerini görmek için bir ay uzaktaki oymaklardan kadınlar geliyorlar; Uluç Bikem’i tebrik ediyorlardı. 
Hasan Bey üç yıl evvel ölen kahraman ve zengin babasının bir tanecik oğlu idi. Her gün ava gider, cirit oynar, talihin kendisine verdiği bu sayılmaz ve hesap edilmez zenginlik için Allah’ına şükreder, fakirlere bakar, aman isteyenlerin imdadına yetişir, hâsılı iyilikten, büyüklükten, kahramanlıktan başka bir şey yapmazdı.
O kadar zengin olduğu hâlde nefsine uymaz, çakır içmez, ömrünü çok sevdiği Uluç Bikem’le, çocuklarıyla geçirir, erken yatar, erken kalkardı. Gayetle mesut idi.
Fakat bir gece rüyasında ona bir derviş göründü. Sordu ki:
— Ey  Hasan Bey! Senin başına çok büyük bir felaket gelecek. İhtiyarlıkta mı gelsin? Gençlikte mi?
Cevap vermedi ve uyanarak “Hayırdır inşallah” dedi. Kendinden evvel uyanan Turgut ile Korkut’u kucakladı. Onları öptü. O gün avda, ciritte akşama kadar kalbi rahat etmedi. Gece yatağında uyuyamadı. Sabaha doğru bir dalgınlık geldi. Göz kapakları düşer düşmez dün geceki derviş gene karşısına dikildi. Uzun ve beyaz sakalını kımıldatarak sordu:
— Ey Hasan Bey! Senin başına çok büyük bir felaket gelecek. İhtiyarlığında mı gelsin? Gençliğinde mi?
Gene sıçrayarak uyandı. Çocukları ve sevgili anaları hâlâ uyuyorlardı. Onlara baktı. Demek bu otağ, bu mukaddes yuva talihin zalim eliyle dağıtılacaktı. Lakin şimdi mi dağılsın, yoksa sonra mı?.. Düşünmeye başladı. Kendi kendine:
Şimdi... gençliğimde... demeye ağzı varmıyordu. Hiç böyle bir kadına, böyle iki güzel yavruya kıyabilir miydi? Onlar büyüsünler. Kendisi de ihtiyarlayınca varsın ne olursa olsun...
O gün hiç dışarı çıkmadı. Hasta gibi evde oturdu. Akşama doğru düşüncesi ve kararı değişmeye başladı.  Hasan Bey zengin olduğu kadar kahramandı. Düşmandan korkmadığı gibi hiçbir felaketten de korkmazdı. Niçin bu felaketi ihtiyarlığında isteyecekti. Hâlbuki bu felaket gençlikte başına gelse o karşı duracak, kara bahtını pazısının kuvvetiyle aydınlatacaktı. Kendine güveniyordu. Mademki bu felaket mukadderdi. Kuvvetli ve ateşli zamanında, gençliğinde gelmeliydi.
Kararını verince gece pek rahat uyudu. Rüyasında derviş gene geldi. Sualini tekrarladı:
— Ey Hasan Bey! Senin başına gayet büyük bir felaket gelecek. İhtiyarlığında mı gelsin? Gençliğinde mi?           
 Hasan Bey:
— Gençlikte, gençlikte...
diye bağırırken uyandı. Uluç Bikem ve ikizler de uyanmışlardı. Onlara bir şey söylemedi. Yalnız:
— Uyuyunuz. Düş hâli, bağırmışım, rahatınıza bakınız.
dedi. Ve sabaha kadar gözünü kırpmadı. Sabah olunca atlarının hazırlanmasını emretti. Hava almak, büyük bir gezinti yapmak istiyordu. Otağın bahçesinden adamlarıyla beraber çıkarken beş on dilenci gördü. Bu zavallıların üstleri başlan parça parça idi. Hırkalarının yırtıklarından berelenmiş vücutları görünüyor, açlıktan ayakta duramayacak gibi sallanıyorlardı. Elini koynuna soktu. Bir avuç altın çıkardı. İçinden:
“Başım gözüm sadakası...” diyerek bu yoksullara fırlattı.
Kapışacaklar sanıyordu. Hâlbuki hiç birisi kımıldamadı. O vakit Hasan Bey:
— Zavallılar! Niçin armağanımı almıyorsunuz? diye sordu. Hepsi bir ağızdan:
— Biz dilenci değiliz...
diye cevap verdiler.  Hasan Bey şaştı:
— Bu perişanlığınız ne? Öyle ise siz kimsiniz?
İçlerinden birisi ilerledi. Ve ellerini açarak:
— Ey beyim yüzüme bak, dedi, dikkat edersen beni tanıyacaksın. Biz senin şarktaki mallarının kâhyaları idik.
 Hasan Bey irkildi ve hepsini tanıdı.
— Ne oldunuz böyle? Bu hâliniz ne?
diye haykırdı. Dilenci sandığı bu adamlar maceralarını birer birer anlattılar. Çinliler, yol kesenler, Acem atlıları şarkta ne var ne yoksa hepsini yağma etmişler. Ellerine geçirebildikleri Türklerin hepsini kesmişlerdi. Bin zahmet, bin meşakkatle ancak bu beş on kişi kurtulmuştu. Zarar ve ziyan hesap edilecek gibi değildi.  Hasan Bey yese düşmedi:
— Merak etmeyiniz, Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yoktur.
dedi.
Tamam bir ay otağa her sabah yabancı dilenci kümeleri geliyor ve kendilerinin otağ adamlarından olduklarını söylüyorlardı.  Hasan Bey’in hiçbir şeysi kalmadı. Azerbaycan’daki, Kafkasya’daki, Türkistan’daki, Bağdat’taki, Şam’daki, Rum’daki o sayısız mallan hep mahv, hep yağma edildi.
Bu otağa her gün uğursuzluk yağıyordu.
Bir gün Hasan Bey’in adamları da isyan ettiler. Ellerine geçen her şeyi kırdılar, yaktılar, yıktılar, yağma ettiler.  Hasan Bey birkaç sadık uşağıyla onlarla muharebe etti. Karısını ve çocuklarını kurtardı. Baba ocağını bırakmaya mecbur oldu. İki gün iki gece dağlar, tepeler aştı. Nihayet bir Türk şehrine geldi. Orada üzerindeki altınlarla ve kıymetli silahlarıyla bir ev satın aldı. Kahraman olduğu kadar bilici idi. Mollaları önünde dize getirirdi. O şehirdeki yeni bir mektebe hoca oldu. Evinde  karısından ve ikizlerinden başka kimse yoktu. Her akşam evine geliyor, gençliğinde gelecek felaketin bu kadar olduğunu zannederek şükrediyordu.
Bir gün mektepte idi. Uluç Bikem de ikizleri gezdirmeye çıkarmıştı.  “Yangın var, yangın var.” sesleri işitildi. Şehir halkı Hasan Bey’in oturduğu mahalleye doğru koşuyorlardı.  Hasan Bey de koştu. Bir de ne görsün? Kendi evi yanıyor.


— Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yok!
diyerek kollarına atılan çocuklarını kucakladı.         
Yaz da gelmişti. Yazın mektep çocukları dağılırlardı. Oturacak yeri kalmadığı için  Hasan Bey bir köye çekildi. Orada kendisine minimini bir kulübe buldu. Sığırtmaçtık yapıyordu.
Bu köy büyük bir cadde üzerinde idi. Her gün yolcular geçer, kervanlar akardı.
Uluç Bikem gündüzleri ikizleriyle beraber kulübede kalır, yolcuların çamaşırlarını yıkar, onlara ayran ve yoğurt verirdi. Zaten bu köy beş on handan, yirmi otuz kulübeden ibaretti.  Hasan Bey erkenden koyunlarını ve keçilerini, sığırlarını toplayarak köyden çıkar, ta güneşin batacağına yakın gelirdi...
Bir gün köyün en büyük binası olan taş hana Rum’dan dönen Acem elçisi inmiş ve çamaşırlarını yıkamak için,  Hasan Bey’in karısına göndermişti. Uluç Bikem bu çamaşırları yıkadı ve ertesi gün kuruttuktan sonra elçinin oğlanına verdi. Kulübenin çitinden bu oğlan Uluç Bikem’i görünce şaşırdı. Hemen efendisine koştu:
—Ah mirza, bu çamaşırları yıkayanı görsen deli olurdun...
dedi. Ve Uluç Bikem’in güzelliğini anlattı. Ve elçi görmeden ona âşık oldu.
 Hasan Bey gene her sabahki gibi davarlarını toplayarak doğan güneşe doğru çıktı gitti.
Kulübenin çiti vuruldu.
Uluç Bikem Turgut ile Korkut’a yemek yediriyordu.
Kulübeden fırladı. Kapıya koştu. Zavallı gene bir yolcu çamaşır getirmiş sanıyordu. Hâlbuki bu Acem elçisinin oğlanı idi. Dedi ki:
— Ey hatun! Yıkadığın çamaşırlardan mirza hazretleri çok memnun oldu. Şu bahşişi sana vermek istiyor.
Ve elindeki birkaç altını gösterdi. Uluç Bikem almak istemiyordu. Oğlan ısrar etti. Nihayet almak için kızararak kapının aralığından elini uzatınca oğlan sarıldı ve onu dışarı çekti.
Uluç Bikem bağırdı ve karşı koymaya kalktı. Üzerinde silahı yoktu. Çocuklar da bu gürültüye yetişmişlerdi. Birkaç Acem daha peyda oldu. Hepsi Uluç Bikem’in üzerine atıldılar. Onu bağladılar, ağzını tıkadılar. Ve bir atın terkesine koyarak önden giden Acem elçisinin arkasına dörtnala takıldılar, Acemistan’a giden yolun fundalıkları arasından kaldırdıkları tozlar ve dumanlar içinde kayboldular.
…….

Akşamüstü  Hasan Bey davarlarını dağıtıp kulübesine dönünce Turgut ile Korkut’u kapıda buldu. İkisi de bir ağızdan:
— Baba, bu gün annemizi Acem elçisi kaptı kaçtı.
dediler. Hasan Bey felaketin en dehşetlisi geldiğini anladı. Ama şaşalamadı. Ağlamadı:
— Pekâlâ yavrularım, dedi, Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yoktur.
Ve çocukların ellerinden tuttu. Dağarcığına bir parça ekmek koyduktan sonra, gözleri yerde, omuzları düşkün, yavaş yavaş, Acemistan yoluna düştü. Daha bozulmamış nal izleri üstünde yürüyorlardı.  Hasan Bey dalgın dalgın yürüdükçe çocuklar: “Anamızı bulmaya gidiyoruz, değil mi?” diye seviniyorlardı.
Gece, gündüz, sabah, akşam, dere, tepe, düz gittiler, ormanların kovuklarında yatıyorlar, billur pınarlardan su içiyorlardı.
Bir gün Hasan Bey yolunun önüne geniş bir su çıktığını gördü. Bu suyun sağ tarafı ormanlıktı. Geçit yerini buldu. Turgut ile Kor kut’un ikisini de kucağına alsa geçemeyecekti.
— Evvela bir tanesini geçirip karşıya bırakayım, sonra dönüp ikinciyi de alır geçiririm, diye düşündü.
Turgut’u kucağına aldı, Korkut’a:
— Yavrum, sen bize bak. Kardeşini bırakayım, sana da döneceğim. 
dedi ve suya yürüdü. Su yarı belini geçiyor, omuzlarına yaklaşıyordu. Suyun akıntısına kapılmamak için dikkat ediyordu. Arkasından acı acı bir çığlık işitti. Kenarda kalan Korkut bağırıyordu. Başını çevirdi. Büyük bir ayının çocuğu kaparak ormana doğru yürüdüğünü gördü. Kendi de haykırmaya başladı. Tekrar orman tarafına yetişmek için acele etti. Ayağı taşlara takıldı. Sendeledi. Düştü ve kucağındaki Turgut’u da su kaptı. Götürdü. Ne kadar yüzmeye ve yetişmeye çalıştıysa da muvaffak olamadı.
Nihayet karşıya yapyalnız geçti. Orada bir taşın üstüne oturdu. Başını ellerine aldı. Düşündü, beş dakika evvel ellerinden tuttuğu sevgili ikizlerinin ikisini de bir anda kaybetmişti. Gene şaşalamadı. Ve ağlamadı. Kendi kendine:
— Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yok!
dedi ve yarıladığı Acemistan yolunu tekrar tuttu.
Acemistan’a gidince elçiyi sorup araştırdı. Kimse tanımıyordu. Ve bu sefer Hind’e gittiği söyleniyordu. On sene Acemistan’ın her yerini dolaştı. Karısının izini bulamadı, nihayet payitahta geldi. Orada da karısını aramaya başladı.
Bir gün bir encümenin önünden geçiyordu. İçerde mollalar ve mirzalar kavga ediyorlardı. Dinledi, dikkat etti,  meğerse şahın emriyle İran şehnamesine nazire olarak bir Turan şehnamesi yazılacakmış. Bu âlimler “Sen yazamazsın ben yazarım.” diye aralarında gürültü çıkarıyorlardı.  Hasan Bey ayaktan:
— Ya biraderler, ben de kalem ehlindenim, isterseniz bu destanı ben yazayım.
Dedi. Ordaki mirzaların ve şairlerin hepsi Hasan Bey’i deli sandılar. Gülüştüler.
— Bre herif! Sen bir Türksün! Ata binmekten, kılıç sallamaktan başka bir şey bilmezsin, var git işine...
dediler. Hasan Bey cevap verdi:
— Ben Türküm, ama elim kılıç kadar kalem de tutar. Bir kere tecrübe ediniz. Yazayım, beğenmezseniz yırtar atar, beni kovarsınız.
Mirzalar ağalar, ahuntlar eğlenmek için bu garip Türke kâğıt ve kalem verdiler. Hasan Bey oturdu. Bir hamlede Turan destanının birinci koşmasını yazdı. Okuyanlar şaştı.
Bu destanı  Acemler sanki kendileri yazmışlar gibi şaha takdim etmişlerdi. Şah gayet görgülü ve kendi şairlerinin beceri ve maharetlerinin derecesini pekâlâ tanır bir ihtiyar idi.
— Böyle manzumeyi bizim ilimizde yazan yoktur. Kim yazdıysa bulun bana getirin...
diye irade etti. Acemler hakikati saklayamadılar.  Hasan Bey’i gösterdiler. Ve şah Hasan Bey’i iktidarına mükâfat olarak kendisine baş şair yaptı ve Turan şehnamesini yazmaya memur etti.
 Hasan Bey artık yoksulluktan kurtulmuştu. Ne mallarını, ne mülklerini düşünüyor, ama sevgili karısı Uluç Bikem’le Turgut ve Korkut’unu unutamıyor, şahın sarayında bir zindanda imiş gibi hayatını meyus ve perişan geçiriyordu.
Korkut’u kapan ayı avını yememiş, öldürmemiş, onu inine götürerek beslemeye başlamıştı. Bu çocuk yaz gelince fırsat buldu. Bir köye kaçtı. Orada bir beyin çiftliğine girdi. Suyun kaptığı Turgut da boğulmamıştı. Su onu bir değirmenin çarkına takmıştı. Çark duranca değirmenci koşmuş, suyun getirdiği bu çocuğu kurtararak kendisine evlatlık edinmişti...
Yazlar, kışlar geçti. On yıl sonra bu çocuklar büyüdüler, güzelleştikçe güzelleştiler. Belki ikiz oldukları için aynı zamanda ikisi de vaktiyle bir anaları olduğunu ve analarını Acem elçisinin kaptığını, babalarının da bu elçiyi aramak için Acemistan’a gittiğini hatırladılar.
İkisi de bir günde Acemistan yoluna çıktılar. Ve birbirlere rast geldiler. Ve selamlaşarak soruştular:
— Türk müsün kardaş?
— Türküm!
— Öyle ise soydaşız demek.
— Elbette.
— Sen nereye gidiyorsun?
— Acemistan’a.
— Ben de. 
— Öyle ise beraber gidelim, yoldaş olalım.
— Pekâlâ...
— Pekâlâ...
dediler. Dereleri ve tepeleri aşmaya başladılar.
Acemistan’ın payitahtına girdiler. Bu genç yolcular o kadar güzel, o kadar yakışıklı idiler ki saray bile güzelliklerini duydu ve şah ikisini de enderununa aldı.
Türklük ve soy sevgisi bu iki kardeşi birbirine o kadar bağlamıştı ki hakikaten ana bir, baba bir kardeş olduklarını bilmedikleri hâlde ayrı duramıyorlar, ata beraber biniyor, derslerini beraber okuyor, talimlerini beraber yapıyorlardı.
Aradan bir sene geçmişti. Enderunun bu iki gözdesi on yedişer yaşına girmişlerdi. Artık güzellikleri kadar kahramanlıkları, binicilikte, silah kullanmakta, ok atmaktaki yordamları (maharetleri) da şöhret bulmuştu.
Bir gün Rum’a giden elçi konağının içini muhafaza için enderundan iki pehlivan istedi. Şah eski elçisinin gönlünü yapmak istiyordu. En sevdiği bu iki kahramanı ona verdi. Elçi de şahın ihsan ettiği bu birbirine benzeyen pehlivanları aldı. Konağına getirdi. Harem dairesinin anahtarlarını onlara verdi. Ve kendisi de atlara binerek yeni memuriyetine çekildi gitti.
…….
Turgut ile Korkut Acem elçisinin konağında üç aydır korucu gibi oturuyorlardı. Yaz gelmiş, geceler kısalmış, bülbüller ötmeye başlamıştı. Harem kapısının önünde sedefli bir divan vardı. Ay aydınlıklarında ikisi buraya otururlar, karşılarındaki havuzun fıskiyesinden sivrilen gümüşî sulara, ayın akislerine dalarlar, öteden beriden konuşurlardı. Tam bu kanepenin üstünde kafesli bir şahniş (şahnişin) vardı.
Gene ay, bulutları eriterek yükseliyor, her tarafı mavi bir aydınlığa boğuyordu. Turgut ile Korkut çiçeklerin çıkardığı tatlı kokulara, ağaçların dalları arasında kalan mor karanlıklara dalmış, öyle duruyorlardı.
İkisi de anadan doğma şair idiler. İlham perisi gönüllerinde uyanmaya başladı. Turgut dedi ki:
— Bir zamanlar talih bana da yardı.
Anam babam vardı, kardeşim vardı
Anamı yurdumdan Acemler kaptı
Babam bilmem hangi çıkmaza saptı
Baharı görmeden hazana düştüm
Şafağım sökmeden göğüm karardı.
Su beni değirmen çarkına attı
Acaba Korkut’u ayı ne yaptı

Korkut böyle cevap verdi:

— Sen bir kıvılcımla bir meşal yaktın
Bir şimşek gibi ruhumda çaktın
Ben ayı ininde kaldım bir zaman
Beraber yaşadık değildi yaman
Söyle yoldaş sen Turgut musun
Turgut’san babamı nerde bıraktın
Barkımı bulmak-çin yola çıkmıştım
İlk adımda sana rast geldim hemen

İki kardeş birbirini tanıyınca:
— Ah kardeşim…
dediler. Ve kucaklaştılar. Artık ağlıyorlardı. Aradan bir dakika geçmeden bu tatlı gözyaşları içinde bir takırtı işittiler. Durdular, dikkatle dinlediler.
            Sabırsız bir el şahnişinin kafesine vuruyordu. Takırtı bitince hıçkırıklı bir kadın sesinin bu sözleri söylediğini işittiler.

            On seneden beri hicrandayım ben
            Namusum yüzünden zindandayım ben
            Oğullarım gelmiş beni arıyor
            Anlamışlar demek İran’dayım ben


            Kahraman Turgut’um, yiğit Korkut’um       
Babanızda gönlüm, sizde umudum
Ah gelin zincirden kurtarın beni       
Takatim kalmadı, bitti vücudum 

İki kardeş bir sıçrayışta köşkün kapısını kırdılar, yukarıya çıktılar, odanın kapısını da devirerek içeriye girdiler. Saçları omuzlarına dağılmış, solgun renkli bir kadın zincirli kollarını kapıya doğru uzatmış, gözyaşları içinde bekliyordu. Hemen bu mukaddes kolların arasına atıldılar.
Kadın:
— Ah evlatlarım ben sizin ananızım...
diyordu.
Şaşırmışlardı. İnanamıyorlar, rüya görüyoruz sanıyorlardı.
Hâlbuki bu rüya değil, hakikat idi. Uluç Bikem’i kapan elçi onu kocasına sadık kaldığı için haremliğine hapsetmişti. Elçi her gidişinde konağına iki korucu bırakırdı. On senedir Acem’e teslim olmayan ve geceleri evlatlarının acısıyla uyuyamayan Uluç Bikem aşağıda konuşan genç korucuların şairliklerini dinlemiş ve kendi oğulları olduklarını anlamıştı. Onları içeri aldı. Ve birlikte yaşamaya başladılar. Zavallı babaları Hasan Bey’i düşünerek sevinçleri azalıyor, onun sağlığına dualar ediyorlardı.
Uluç Bikem:
— Hiç merak etmeyiniz, içim onun öldüğüne inanmıyor. Mademki biz buluştuk. Büyük Tanrımız onunla da kavuşturacak.
der ve oğullarını teselli ederdi.
Saadet günleri pek çabuk geçer... Bir gün elçi geldi. İki muhafızın haremde olduğunu haber alınca hiddet ve gazabından tahkikat yapmaya bile lüzum görmeyerek doğru saraya koştu. Şaha şikâyet etti. Namusuna tecavüz eden iki muhafızla karısının hemen idam
olunmaları için yalvardı. Şah gayet bilgiç ve fikirli bir zattı.
Dedi ki:
— Muhakemesiz idam olmaz. Buraya onları getirtelim, bu cinayeti niçin yaptıklarını soralım. Cevaplarını dinledikten sonra asalım.
Elçi itiraz edemedi. Zaten şahın meclisi toplanmıştı. Askerler gittiler. Uluç Bikem’le iki ikiz oğlunu getirdiler. İstintak pek feci oldu. Uluç Bikem çocuklarını nasıl bulduğunu, elçinin yuvasından kendisini nasıl kaptığını anlatırken bütün meclis ağlıyordu.
Bu esnada şahın baş şairi Hasan Bey ayağa kalktı.
— Ah kadınım, ah oğullarım...
diye Uluç Bikem’in ve Turgut ile Korkut’un boyunlarına atıldı.
Şah bu maceradan o kadar müteessir oldu ki affetmesi için Hasan Bey’in istirhamlarını dinlemeyerek elçiyi hemen astırdı. Ve konağını Hasan Bey’e bağışladı. Ve o gün Hasan Bey’i kendisine başvezir yaptı.
 Hasan Bey, Uluç Bikem, iki çocukları artık bahtiyar oldular. Hepsi on sene içinde geçirdikleri felaketleri unuttular. Felaketler zaten çok çabuk unutulur.  Hasan Bey bu mukadder felaketi gençliğinde istediğine şükrediyordu. Eğer ihtiyarlığında isteseydi artık böyle saadet günleri görür, saadetin tadını tadabilir miydi?
…….
 Hasan Bey yalnız vezir olmakla kalmadı. Şahın evladı yoktu. Baş vezirini veliaht etmişti. Bir yıl sonra öldü ve Hasan Bey Acem diyarına şah oldu. Bu suretle bütün Asya’nın tahtları gibi Acem tahtı da büyük Türk soyuna geçmişti. Ve hâlâ, bütün Asya’nın tahtlarında olduğu gibi Acem tahtında da büyük Türk soyunun bir evladı oturur.


Turan Masalları: ihtiyarlıkta mı? Gençlikte mi?, çıkaran: Türk Yurdu
Kitaphanesi, Şems Matbaası, İstanbul, tarihsiz, 27


YAZAN: Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder