Turan Masalları
Nihayetlerinde
büyük ve kuş girmez ormanların mor ve sisli gölgeleri biriken geniş bir
çayır... Ortasından zümrüt renginde bir su akıyor... Binlerce atlar, kısraklar,
yeni doğan güneşin altınlı aydınlıkları içinde koşuşuyorlar. Yüz binlerce koyun
meliyor. Naralar, kişnemeler! Daha uzaklarda karlı ve yüksek dağların gümüş
taçlı başlara benzeyen sayılmaz tepeleri göklere doğru kalkmış! Ta ortada bir
saray... Etrafındaki bahçenin kapısında silahlı ve atlı kahramanlar duruyor.
Köpekler havlıyor...
Burası
bir Türk beyinin otağıdır.
Bu
yurdun sahibi Hasan Bey daha yirmi beş yaşında! Koyunlarının, atlarının,
develerinin, dünyanın her tarafına giden kervanlarının sahiplerini bilmiyor.
Mülkünün hududu belli değil. Azerbaycan’dan, Türkistan’dan, Bağdat’tan,
Şam’dan, Anadolu’dan, Rum’dan kendi adamlarının nameleri gelir... Derler ki:
“Bütün dünyanın yarısından ziyadesi Hasan Bey’indir.” Ve seyyahlar güneşin doğduğu yerden battığı
yere kadar hep onun adının anıldığını anlatırlar.
Malının,
mülkünün hesabını bilmeyen Hasan Bey’in bildiği ve çok sevdiği altışar
yaşındaki iki ikiz çocuğudur. Bütün dünyanın en güzel kadını olan Uluç Bikem Hasan
Bey’e vardığının senesinde bu ikizleri, Turgut ile Korkut’u doğurdu. Herkes
onları peri yavruları sandı. O kadar güzeldiler ki birbirine farksız benzeyen
iri ve siyah gözlerini görmek için bir ay uzaktaki oymaklardan kadınlar
geliyorlar; Uluç Bikem’i tebrik ediyorlardı.
Hasan
Bey üç yıl evvel ölen kahraman ve zengin babasının bir tanecik oğlu idi. Her
gün ava gider, cirit oynar, talihin kendisine verdiği bu sayılmaz ve hesap
edilmez zenginlik için Allah’ına şükreder, fakirlere bakar, aman isteyenlerin imdadına
yetişir, hâsılı iyilikten, büyüklükten, kahramanlıktan başka bir şey yapmazdı.
O
kadar zengin olduğu hâlde nefsine uymaz, çakır içmez, ömrünü çok sevdiği Uluç
Bikem’le, çocuklarıyla geçirir, erken yatar, erken kalkardı. Gayetle mesut idi.
Fakat
bir gece rüyasında ona bir derviş göründü. Sordu ki:
— Ey Hasan
Bey! Senin başına çok büyük bir felaket gelecek. İhtiyarlıkta mı gelsin?
Gençlikte mi?
Cevap
vermedi ve uyanarak “Hayırdır inşallah” dedi. Kendinden evvel uyanan Turgut ile
Korkut’u kucakladı. Onları öptü. O gün avda, ciritte akşama kadar kalbi rahat
etmedi. Gece yatağında uyuyamadı. Sabaha doğru bir dalgınlık geldi. Göz
kapakları düşer düşmez dün geceki derviş gene karşısına dikildi. Uzun ve beyaz
sakalını kımıldatarak sordu:
— Ey Hasan Bey! Senin başına çok büyük bir
felaket gelecek. İhtiyarlığında mı gelsin? Gençliğinde mi?
Gene
sıçrayarak uyandı. Çocukları ve sevgili anaları hâlâ uyuyorlardı. Onlara baktı.
Demek bu otağ, bu mukaddes yuva talihin zalim eliyle dağıtılacaktı. Lakin şimdi
mi dağılsın, yoksa sonra mı?.. Düşünmeye başladı. Kendi kendine:
Şimdi...
gençliğimde... demeye ağzı varmıyordu. Hiç böyle bir kadına, böyle iki güzel
yavruya kıyabilir miydi? Onlar büyüsünler. Kendisi de ihtiyarlayınca varsın ne
olursa olsun...
O
gün hiç dışarı çıkmadı. Hasta gibi evde oturdu. Akşama doğru düşüncesi ve
kararı değişmeye başladı. Hasan Bey
zengin olduğu kadar kahramandı. Düşmandan korkmadığı gibi hiçbir felaketten de
korkmazdı. Niçin bu felaketi ihtiyarlığında isteyecekti. Hâlbuki bu felaket
gençlikte başına gelse o karşı duracak, kara bahtını pazısının kuvvetiyle
aydınlatacaktı. Kendine güveniyordu. Mademki bu felaket mukadderdi. Kuvvetli ve
ateşli zamanında, gençliğinde gelmeliydi.
Kararını
verince gece pek rahat uyudu. Rüyasında derviş gene geldi. Sualini tekrarladı:
— Ey Hasan Bey! Senin başına gayet büyük bir
felaket gelecek. İhtiyarlığında mı gelsin? Gençliğinde mi?
Hasan Bey:
— Gençlikte, gençlikte...
diye
bağırırken uyandı. Uluç Bikem ve ikizler de uyanmışlardı. Onlara bir şey
söylemedi. Yalnız:
— Uyuyunuz. Düş hâli, bağırmışım, rahatınıza
bakınız.
dedi.
Ve sabaha kadar gözünü kırpmadı. Sabah olunca atlarının hazırlanmasını emretti.
Hava almak, büyük bir gezinti yapmak istiyordu. Otağın bahçesinden adamlarıyla
beraber çıkarken beş on dilenci gördü. Bu zavallıların üstleri başlan parça
parça idi. Hırkalarının yırtıklarından berelenmiş vücutları görünüyor, açlıktan
ayakta duramayacak gibi sallanıyorlardı. Elini koynuna soktu. Bir avuç altın
çıkardı. İçinden:
“Başım
gözüm sadakası...” diyerek bu yoksullara fırlattı.
Kapışacaklar
sanıyordu. Hâlbuki hiç birisi kımıldamadı. O vakit Hasan Bey:
— Zavallılar! Niçin armağanımı almıyorsunuz? diye
sordu. Hepsi bir ağızdan:
— Biz dilenci değiliz...
diye
cevap verdiler. Hasan Bey şaştı:
— Bu perişanlığınız ne? Öyle ise siz kimsiniz?
İçlerinden
birisi ilerledi. Ve ellerini açarak:
— Ey beyim yüzüme bak, dedi, dikkat edersen beni
tanıyacaksın. Biz senin şarktaki mallarının kâhyaları idik.
Hasan Bey irkildi ve hepsini tanıdı.
— Ne oldunuz böyle? Bu hâliniz ne?
diye
haykırdı. Dilenci sandığı bu adamlar maceralarını birer birer anlattılar.
Çinliler, yol kesenler, Acem atlıları şarkta ne var ne yoksa hepsini yağma
etmişler. Ellerine geçirebildikleri Türklerin hepsini kesmişlerdi. Bin zahmet,
bin meşakkatle ancak bu beş on kişi kurtulmuştu. Zarar ve ziyan hesap edilecek
gibi değildi. Hasan Bey yese düşmedi:
— Merak etmeyiniz, Allah’tan gelen kazaya rızadan
başka çare yoktur.
dedi.
Tamam
bir ay otağa her sabah yabancı dilenci kümeleri geliyor ve kendilerinin otağ
adamlarından olduklarını söylüyorlardı. Hasan Bey’in hiçbir şeysi kalmadı.
Azerbaycan’daki, Kafkasya’daki, Türkistan’daki, Bağdat’taki, Şam’daki, Rum’daki
o sayısız mallan hep mahv, hep yağma edildi.
Bu
otağa her gün uğursuzluk yağıyordu.
Bir
gün Hasan Bey’in adamları da isyan ettiler. Ellerine geçen her şeyi kırdılar,
yaktılar, yıktılar, yağma ettiler. Hasan
Bey birkaç sadık uşağıyla onlarla muharebe etti. Karısını ve çocuklarını
kurtardı. Baba ocağını bırakmaya mecbur oldu. İki gün iki gece dağlar, tepeler
aştı. Nihayet bir Türk şehrine geldi. Orada üzerindeki altınlarla ve kıymetli
silahlarıyla bir ev satın aldı. Kahraman olduğu kadar bilici idi. Mollaları
önünde dize getirirdi. O şehirdeki yeni bir mektebe hoca oldu. Evinde karısından ve ikizlerinden başka kimse yoktu.
Her akşam evine geliyor, gençliğinde gelecek felaketin bu kadar olduğunu
zannederek şükrediyordu.
Bir
gün mektepte idi. Uluç Bikem de ikizleri gezdirmeye çıkarmıştı. “Yangın var, yangın var.” sesleri işitildi.
Şehir halkı Hasan Bey’in oturduğu mahalleye doğru koşuyorlardı. Hasan Bey de koştu. Bir de ne görsün? Kendi
evi yanıyor.
— Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yok!
diyerek
kollarına atılan çocuklarını kucakladı.
Yaz
da gelmişti. Yazın mektep çocukları dağılırlardı. Oturacak yeri kalmadığı için Hasan Bey bir köye çekildi. Orada kendisine
minimini bir kulübe buldu. Sığırtmaçtık yapıyordu.
Bu
köy büyük bir cadde üzerinde idi. Her gün yolcular geçer, kervanlar akardı.
Uluç
Bikem gündüzleri ikizleriyle beraber kulübede kalır, yolcuların çamaşırlarını
yıkar, onlara ayran ve yoğurt verirdi. Zaten bu köy beş on handan, yirmi otuz
kulübeden ibaretti. Hasan Bey erkenden
koyunlarını ve keçilerini, sığırlarını toplayarak köyden çıkar, ta güneşin
batacağına yakın gelirdi...
Bir
gün köyün en büyük binası olan taş hana Rum’dan dönen Acem elçisi inmiş ve
çamaşırlarını yıkamak için, Hasan Bey’in
karısına göndermişti. Uluç Bikem bu çamaşırları yıkadı ve ertesi gün
kuruttuktan sonra elçinin oğlanına verdi. Kulübenin çitinden bu oğlan Uluç
Bikem’i görünce şaşırdı. Hemen efendisine koştu:
—Ah
mirza, bu çamaşırları yıkayanı görsen deli olurdun...
dedi.
Ve Uluç Bikem’in güzelliğini anlattı. Ve elçi görmeden ona âşık oldu.
Hasan Bey gene her sabahki gibi davarlarını
toplayarak doğan güneşe doğru çıktı gitti.
Kulübenin
çiti vuruldu.
Uluç
Bikem Turgut ile Korkut’a yemek yediriyordu.
Kulübeden
fırladı. Kapıya koştu. Zavallı gene bir yolcu çamaşır getirmiş sanıyordu.
Hâlbuki bu Acem elçisinin oğlanı idi. Dedi ki:
— Ey hatun! Yıkadığın çamaşırlardan mirza
hazretleri çok memnun oldu. Şu bahşişi sana vermek istiyor.
Ve
elindeki birkaç altını gösterdi. Uluç Bikem almak istemiyordu. Oğlan ısrar
etti. Nihayet almak için kızararak kapının aralığından elini uzatınca oğlan
sarıldı ve onu dışarı çekti.
Uluç
Bikem bağırdı ve karşı koymaya kalktı. Üzerinde silahı yoktu. Çocuklar da bu
gürültüye yetişmişlerdi. Birkaç Acem daha peyda oldu. Hepsi Uluç Bikem’in
üzerine atıldılar. Onu bağladılar, ağzını tıkadılar. Ve bir atın terkesine
koyarak önden giden Acem elçisinin arkasına dörtnala takıldılar, Acemistan’a
giden yolun fundalıkları arasından kaldırdıkları tozlar ve dumanlar içinde
kayboldular.
…….
Akşamüstü
Hasan Bey davarlarını dağıtıp kulübesine
dönünce Turgut ile Korkut’u kapıda buldu. İkisi de bir ağızdan:
— Baba, bu gün annemizi Acem elçisi kaptı kaçtı.
dediler.
Hasan Bey felaketin en dehşetlisi geldiğini anladı. Ama şaşalamadı. Ağlamadı:
— Pekâlâ yavrularım, dedi, Allah’tan gelen kazaya
rızadan başka çare yoktur.
Ve
çocukların ellerinden tuttu. Dağarcığına bir parça ekmek koyduktan sonra,
gözleri yerde, omuzları düşkün, yavaş yavaş, Acemistan yoluna düştü. Daha
bozulmamış nal izleri üstünde yürüyorlardı. Hasan Bey dalgın dalgın yürüdükçe çocuklar:
“Anamızı bulmaya gidiyoruz, değil mi?” diye seviniyorlardı.
Gece,
gündüz, sabah, akşam, dere, tepe, düz gittiler, ormanların kovuklarında
yatıyorlar, billur pınarlardan su içiyorlardı.
Bir
gün Hasan Bey yolunun önüne geniş bir su çıktığını gördü. Bu suyun sağ tarafı
ormanlıktı. Geçit yerini buldu. Turgut ile Kor kut’un ikisini de kucağına alsa
geçemeyecekti.
— Evvela bir tanesini geçirip karşıya bırakayım,
sonra dönüp ikinciyi de alır geçiririm, diye düşündü.
Turgut’u
kucağına aldı, Korkut’a:
— Yavrum, sen bize bak. Kardeşini bırakayım, sana
da döneceğim.
dedi
ve suya yürüdü. Su yarı belini geçiyor, omuzlarına yaklaşıyordu. Suyun
akıntısına kapılmamak için dikkat ediyordu. Arkasından acı acı bir çığlık
işitti. Kenarda kalan Korkut bağırıyordu. Başını çevirdi. Büyük bir ayının
çocuğu kaparak ormana doğru yürüdüğünü gördü. Kendi de haykırmaya başladı.
Tekrar orman tarafına yetişmek için acele etti. Ayağı taşlara takıldı.
Sendeledi. Düştü ve kucağındaki Turgut’u da su kaptı. Götürdü. Ne kadar yüzmeye
ve yetişmeye çalıştıysa da muvaffak olamadı.
Nihayet
karşıya yapyalnız geçti. Orada bir taşın üstüne oturdu. Başını ellerine aldı.
Düşündü, beş dakika evvel ellerinden tuttuğu sevgili ikizlerinin ikisini de bir
anda kaybetmişti. Gene şaşalamadı. Ve ağlamadı. Kendi kendine:
— Allah’tan gelen kazaya rızadan başka çare yok!
dedi
ve yarıladığı Acemistan yolunu tekrar tuttu.
Acemistan’a
gidince elçiyi sorup araştırdı. Kimse tanımıyordu. Ve bu sefer Hind’e gittiği
söyleniyordu. On sene Acemistan’ın her yerini dolaştı. Karısının izini
bulamadı, nihayet payitahta geldi. Orada da karısını aramaya başladı.
Bir
gün bir encümenin önünden geçiyordu. İçerde mollalar ve mirzalar kavga
ediyorlardı. Dinledi, dikkat etti, meğerse
şahın emriyle İran şehnamesine nazire olarak bir Turan şehnamesi yazılacakmış.
Bu âlimler “Sen yazamazsın ben yazarım.” diye aralarında gürültü çıkarıyorlardı.
Hasan Bey ayaktan:
— Ya biraderler, ben de kalem ehlindenim,
isterseniz bu destanı ben yazayım.
Dedi.
Ordaki mirzaların ve şairlerin hepsi Hasan Bey’i deli sandılar. Gülüştüler.
— Bre herif! Sen bir Türksün! Ata binmekten,
kılıç sallamaktan başka bir şey bilmezsin, var git işine...
dediler.
Hasan Bey cevap verdi:
— Ben Türküm, ama elim kılıç kadar kalem de tutar.
Bir kere tecrübe ediniz. Yazayım, beğenmezseniz yırtar atar, beni kovarsınız.
Mirzalar
ağalar, ahuntlar eğlenmek için bu garip Türke kâğıt ve kalem verdiler. Hasan
Bey oturdu. Bir hamlede Turan destanının birinci koşmasını yazdı. Okuyanlar
şaştı.
Bu
destanı Acemler sanki kendileri
yazmışlar gibi şaha takdim etmişlerdi. Şah gayet görgülü ve kendi şairlerinin
beceri ve maharetlerinin derecesini pekâlâ tanır bir ihtiyar idi.
— Böyle manzumeyi bizim ilimizde yazan yoktur.
Kim yazdıysa bulun bana getirin...
diye
irade etti. Acemler hakikati saklayamadılar. Hasan Bey’i gösterdiler. Ve şah Hasan Bey’i
iktidarına mükâfat olarak kendisine baş şair yaptı ve Turan şehnamesini yazmaya
memur etti.
Hasan Bey artık yoksulluktan kurtulmuştu. Ne
mallarını, ne mülklerini düşünüyor, ama sevgili karısı Uluç Bikem’le Turgut ve
Korkut’unu unutamıyor, şahın sarayında bir zindanda imiş gibi hayatını meyus ve
perişan geçiriyordu.
Korkut’u
kapan ayı avını yememiş, öldürmemiş, onu inine götürerek beslemeye başlamıştı.
Bu çocuk yaz gelince fırsat buldu. Bir köye kaçtı. Orada bir beyin çiftliğine
girdi. Suyun kaptığı Turgut da boğulmamıştı. Su onu bir değirmenin çarkına takmıştı.
Çark duranca değirmenci koşmuş, suyun getirdiği bu çocuğu kurtararak kendisine
evlatlık edinmişti...
Yazlar,
kışlar geçti. On yıl sonra bu çocuklar büyüdüler, güzelleştikçe güzelleştiler.
Belki ikiz oldukları için aynı zamanda ikisi de vaktiyle bir anaları olduğunu
ve analarını Acem elçisinin kaptığını, babalarının da bu elçiyi aramak için
Acemistan’a gittiğini hatırladılar.
İkisi
de bir günde Acemistan yoluna çıktılar. Ve birbirlere rast geldiler. Ve selamlaşarak
soruştular:
— Türk müsün kardaş?
— Türküm!
— Öyle ise soydaşız demek.
— Elbette.
— Sen nereye gidiyorsun?
— Acemistan’a.
— Ben de.
— Öyle ise beraber gidelim, yoldaş olalım.
— Pekâlâ...
— Pekâlâ...
dediler.
Dereleri ve tepeleri aşmaya başladılar.
Acemistan’ın
payitahtına girdiler. Bu genç yolcular o kadar güzel, o kadar yakışıklı idiler
ki saray bile güzelliklerini duydu ve şah ikisini de enderununa aldı.
Türklük
ve soy sevgisi bu iki kardeşi birbirine o kadar bağlamıştı ki hakikaten ana
bir, baba bir kardeş olduklarını bilmedikleri hâlde ayrı duramıyorlar, ata
beraber biniyor, derslerini beraber okuyor, talimlerini beraber yapıyorlardı.
Aradan
bir sene geçmişti. Enderunun bu iki gözdesi on yedişer yaşına girmişlerdi.
Artık güzellikleri kadar kahramanlıkları, binicilikte, silah kullanmakta, ok
atmaktaki yordamları (maharetleri) da şöhret bulmuştu.
Bir
gün Rum’a giden elçi konağının içini muhafaza için enderundan iki pehlivan
istedi. Şah eski elçisinin gönlünü yapmak istiyordu. En sevdiği bu iki
kahramanı ona verdi. Elçi de şahın ihsan ettiği bu birbirine benzeyen
pehlivanları aldı. Konağına getirdi. Harem dairesinin anahtarlarını onlara
verdi. Ve kendisi de atlara binerek yeni memuriyetine çekildi gitti.
…….
Turgut
ile Korkut Acem elçisinin konağında üç aydır korucu gibi oturuyorlardı. Yaz
gelmiş, geceler kısalmış, bülbüller ötmeye başlamıştı. Harem kapısının önünde
sedefli bir divan vardı. Ay aydınlıklarında ikisi buraya otururlar,
karşılarındaki havuzun fıskiyesinden sivrilen gümüşî sulara, ayın akislerine
dalarlar, öteden beriden konuşurlardı. Tam bu kanepenin üstünde kafesli bir
şahniş (şahnişin) vardı.
Gene
ay, bulutları eriterek yükseliyor, her tarafı mavi bir aydınlığa boğuyordu.
Turgut ile Korkut çiçeklerin çıkardığı tatlı kokulara, ağaçların dalları arasında
kalan mor karanlıklara dalmış, öyle duruyorlardı.
İkisi
de anadan doğma şair idiler. İlham perisi gönüllerinde uyanmaya başladı. Turgut
dedi ki:
— Bir zamanlar talih bana da yardı.
Anam
babam vardı, kardeşim vardı
Anamı
yurdumdan Acemler kaptı
Babam
bilmem hangi çıkmaza saptı
Baharı
görmeden hazana düştüm
Şafağım
sökmeden göğüm karardı.
Su
beni değirmen çarkına attı
Acaba
Korkut’u ayı ne yaptı
Korkut
böyle cevap verdi:
— Sen bir kıvılcımla bir meşal yaktın
Bir
şimşek gibi ruhumda çaktın
Ben
ayı ininde kaldım bir zaman
Beraber
yaşadık değildi yaman
Söyle
yoldaş sen Turgut musun
Turgut’san
babamı nerde bıraktın
Barkımı
bulmak-çin yola çıkmıştım
İlk
adımda sana rast geldim hemen
İki
kardeş birbirini tanıyınca:
— Ah kardeşim…
dediler.
Ve kucaklaştılar. Artık ağlıyorlardı. Aradan bir dakika geçmeden bu tatlı
gözyaşları içinde bir takırtı işittiler. Durdular, dikkatle dinlediler.
Sabırsız bir el şahnişinin kafesine
vuruyordu. Takırtı bitince hıçkırıklı bir kadın sesinin bu sözleri söylediğini
işittiler.
On seneden beri hicrandayım ben
Namusum yüzünden zindandayım ben
Oğullarım gelmiş beni arıyor
Anlamışlar demek İran’dayım ben
Kahraman Turgut’um, yiğit Korkut’um
Babanızda
gönlüm, sizde umudum
Ah
gelin zincirden kurtarın beni
Takatim
kalmadı, bitti vücudum
İki
kardeş bir sıçrayışta köşkün kapısını kırdılar, yukarıya çıktılar, odanın
kapısını da devirerek içeriye girdiler. Saçları omuzlarına dağılmış, solgun
renkli bir kadın zincirli kollarını kapıya doğru uzatmış, gözyaşları içinde
bekliyordu. Hemen bu mukaddes kolların arasına atıldılar.
Kadın:
— Ah evlatlarım ben sizin ananızım...
diyordu.
Şaşırmışlardı.
İnanamıyorlar, rüya görüyoruz sanıyorlardı.
Hâlbuki
bu rüya değil, hakikat idi. Uluç Bikem’i kapan elçi onu kocasına sadık kaldığı
için haremliğine hapsetmişti. Elçi her gidişinde konağına iki korucu bırakırdı.
On senedir Acem’e teslim olmayan ve geceleri evlatlarının acısıyla uyuyamayan
Uluç Bikem aşağıda konuşan genç korucuların şairliklerini dinlemiş ve kendi
oğulları olduklarını anlamıştı. Onları içeri aldı. Ve birlikte yaşamaya
başladılar. Zavallı babaları Hasan Bey’i düşünerek sevinçleri azalıyor, onun
sağlığına dualar ediyorlardı.
Uluç
Bikem:
— Hiç merak etmeyiniz, içim onun öldüğüne
inanmıyor. Mademki biz buluştuk. Büyük Tanrımız onunla da kavuşturacak.
der
ve oğullarını teselli ederdi.
Saadet
günleri pek çabuk geçer... Bir gün elçi geldi. İki muhafızın haremde olduğunu
haber alınca hiddet ve gazabından tahkikat yapmaya bile lüzum görmeyerek doğru
saraya koştu. Şaha şikâyet etti. Namusuna tecavüz eden iki muhafızla karısının
hemen idam
olunmaları
için yalvardı. Şah gayet bilgiç ve fikirli bir zattı.
Dedi
ki:
— Muhakemesiz idam olmaz. Buraya onları
getirtelim, bu cinayeti niçin yaptıklarını soralım. Cevaplarını dinledikten
sonra asalım.
Elçi
itiraz edemedi. Zaten şahın meclisi toplanmıştı. Askerler gittiler. Uluç
Bikem’le iki ikiz oğlunu getirdiler. İstintak pek feci oldu. Uluç Bikem
çocuklarını nasıl bulduğunu, elçinin yuvasından kendisini nasıl kaptığını
anlatırken bütün meclis ağlıyordu.
Bu
esnada şahın baş şairi Hasan Bey ayağa kalktı.
— Ah kadınım, ah oğullarım...
diye
Uluç Bikem’in ve Turgut ile Korkut’un boyunlarına atıldı.
Şah
bu maceradan o kadar müteessir oldu ki affetmesi için Hasan Bey’in
istirhamlarını dinlemeyerek elçiyi hemen astırdı. Ve konağını Hasan Bey’e
bağışladı. Ve o gün Hasan Bey’i kendisine başvezir yaptı.
Hasan Bey, Uluç Bikem, iki çocukları artık
bahtiyar oldular. Hepsi on sene içinde geçirdikleri felaketleri unuttular.
Felaketler zaten çok çabuk unutulur. Hasan Bey bu mukadder felaketi gençliğinde
istediğine şükrediyordu. Eğer ihtiyarlığında isteseydi artık böyle saadet
günleri görür, saadetin tadını tadabilir miydi?
…….
Hasan Bey yalnız vezir olmakla kalmadı. Şahın
evladı yoktu. Baş vezirini veliaht etmişti. Bir yıl sonra öldü ve Hasan Bey
Acem diyarına şah oldu. Bu suretle bütün Asya’nın tahtları gibi Acem tahtı da
büyük Türk soyuna geçmişti. Ve hâlâ, bütün Asya’nın tahtlarında olduğu gibi
Acem tahtında da büyük Türk soyunun bir evladı oturur.
Turan
Masalları: ihtiyarlıkta mı? Gençlikte mi?, çıkaran: Türk Yurdu
Kitaphanesi,
Şems Matbaası, İstanbul, tarihsiz, 27
YAZAN:
Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman
AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder