1 Ekim 2019 Salı

İŞADAMI’NIN KISMETİ

İŞADAMI’NIN KISMETİ ÇAĞDAŞ ÖZBEK EDEBİYATI Belgesel Hikaye



İŞADAMI’NIN KISMETİ
İşbilermen Kısmeti

ÇAĞDAŞ ÖZBEK EDEBİYATI

[Belgesel Hikaye]



 
Bir Özbek Türkü’nün gözünden, SSCB ve sosyalizmin; 1940-1990 yılları arası uygulamalarının değerlendirilmesi.

BİYOGRAFİ NET

İLETİŞİM VE YAYINCILIK

Yayıncı: Kezban Çetin
Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Çetin
Genel Yayın Danışmanı: Ömer Ziya Belviranlı
Halkla İlişkiler: Rumeysa Cebecioğlu
Kapak Kompozisyonu: Bilgehan Arıkan
Sayfa Düzeni: Fatmagül Selcen, Begüm Işıl
Ön İnceleme: Hüseyin Aydemir, Nihat Çeliker, Mustafa Kavlu, Hüdavendigar Onur
Düzelti: İslam Gemici
Tanıtım: Akif Çapar, Mustafa Çağrı Çetin, Mehmet Yeşil, Afşin Giray

T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayıncı Sertifika Numarası: 0108-34-009944

Milletlerarası Neşriyat Numarası-ISBN
978-975-00394-1-6

Baskı: Kilim Matbaacılık Ltd. Şti.
Litros Yolu Fatih Sanayi Sitesi No:12/204 Topkapı İstanbul
0212 6129559
Baskı Tarihi: Mayıs 2013

BİYOGRAFİ NET
İLETİŞİM VE YAYINCILIK
Ayma-Koop A6 No:121 İkitelli/İstanbul
Telefon 0542 2357249 / 0212 6717578
info@biyografi.net

ÖNSÖZ


İşadamı’nın Kısmeti’ adlı hikaye; Çağdaş Özbek Edebiyatı’nın seçkin örneklerinden, ‘Kuyaş Fasli’ (Güneş Zamanı) isimli hikaye antolojisinin içinde bulunan, İbrahim Rahim’in ‘İşbilermen Kısmeti’ adlı hikayedir. Bu hikaye, antolojinin  (1-61) sayfaları arasında yer almaktadır. Hikaye, akıcı bir dille Türkiye Türkçesi’ne çevirmeye gayret edildi.

Bu çalışmamdaki öncelikli amaç, Çağdaş Özbek Türk Edebiyatı örneğini, Türkiye Türkleri’ne tanıtmaktır. Bu tür çalışmalar, ileride hazırlanacak gerçek bir Özbekçe-Türkçe Sözlük’e de katkı sağlayacağı umulmaktadır.

İncelenen hikâyeyi Türkiye Türkçesi’ne aktarırken mümkün olduğu kadar cümle yapısı bozulmamaya çalışıldı. Türkiye Türkçesi’nde de kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler değiştirilmeden kullanılarak kelime ortaklığı sağlanmaya çalışıldı. Türkiye’de kullanılmayan Özbek yaşam ve kültürüne ait kelimeler de aynen kullanılarak, dipnot şeklinde sayfanın altına o kelimenin açıklaması yapıldı. Aşağıda hikâye ile ilgili kısa bilgiler verildi.

İbrahim Rahim’in ‘İşbilermen Kısmeti’ adlı hikayesi, Fergana bölgesinin Kuva ilçesinde geçiyor. Eserde müteşebbis işadamı İbrahimcan Kerimov’un hayat hikayesi anlatılmıştır.
Kahramanımız Sovyet döneminin bütün baskıcı ve ırkçı yaklaşımlarına maruz kalanların temsilcisi gibidir. Moskova’dan gelenlerin yerel halka yaklaşımını ve baskısını bütün boyutlarıyla, özgürlüğe kadar, 1 Eylül 1991, yaşamıştır. Bütün bu zulme rağmen, yılgınlığa düşmeden, halkı için mücadeleden yılmamıştır. Ölümü göze almışlığını şu sözlerle anlatır: “Zorluklardan, hapisten, ölümden haberim var ama bu işten haberim yok!”

Hikaye anlatılırken bir taraftan da SSCB’nin 1940’lı yıllardan yıkılışına kadarki uygulamalarının değerlendirilmesi yapılmıştır. Hikaye: sosyalizm idealinin S.S.C.B. pratiğinde, başarısızlık nedenleri üzerine de inceleme imkanı veriyor. Yazar; yetmiş yıllık baskının sona erişini, başının üzerindeki “Demokles’in Kılıcı’nın”  kalkması olarak yorumlar.
                                
                                                          Abdurrahman Akdüzen


  
GİRİŞ

ÖZBEKİSTAN

Türk Milleti’nin tarih sahnesine çıktığı yer olan Türkistan coğrafyasında birçok Türk devleti kurulmuştur. Bunlardan biri de Özbekistan’dır. Özbekistan adı, Altınordu hanı Özbek Han’dan gelmektedir. 1 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Özbekistan Cumhuriyeti’nin başkenti Taşkent’tir. Özbekistan Cumhuriyeti’nde 25 milyon Özbek Türkü yaşamaktadır.

ÖZBEK EDEBİYATI

Türkiye Türkleri, kültürel olarak Osmanlı Devleti’nin devamı olduğu gibi;  Özbek Türkleri de, Timur İmparatorluğu ve Çağatay Edebiyatı gibi sağlam ve güçlü bir edebiyatın mirasçısıdır.

Ali Şir Nevaî gibi edebiyatta güçlü, dilde ise bilinçli bir Türk milliyetçisini örnek almak; Çağatay Edebiyatı’nda güzel eserler çıkmasına zemin hazırlamıştır. Hüseyin Baykara, Gedaî, Sekakî ve Babür gibi o dönemki Doğu Türklüğünün meşhur edebiyatçılarını Özbekler baş tacı etmektedir. Özbek Edebiyatı da diğer Türk edebiyatları gibi gelişimine şiirle başlatmıştır.

Çağdaş Özbek Edebiyatı’nı üç dönemde inceleyebiliriz.

Cedid Dönemi (1910-1938): Ceditçilik 19. Yüzyılın sonlarında Tatar Türkleri arasında başlayıp 20. Yüzyıl’ın başlarında Özbek Türkleri arasında da yayılmıştır. Ceditçilerin birinci hedefi “Türkleri eğitim alanında geliştirmektir.”  Abdurrauf Fıtrat’ın kurduğu birlik Özbek Edebiyatı’nın gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu dönemin temsilcileri hem millî hem de batı tarzında eğitim almışlardır. En önemli temsilcileri Çolpan, Batu ve Aybek’tir.

Suskunluk Dönemi (1938-1960): Özbek aydınlarının susturulduğu, Çolpan ve Batu gibilerin öldürüldüğü ve edebiyat hayatına suskunluğun hakim olduğu bir dönemdir.

Yeni Dönem (1960-...): 1960’tan günümüze kadar olan dönemdir. Bu dönemin öncü ismi Erkin Vahidov’dur. Vahidov sanatın topluma faydalı olmasını savunmaktadır. Çağdaş Özbek Edebiyatı’nda şiirin yanı sıra düz yazının da öncüsü Abdurrauf Fırat’tır. 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren İstanbul, Bakü ve Kazan’da yayınlanan tercüme ve telif romanlar Özbekistan’da da okunuyordu. 1910’da başlayan Özbek hikâye ve romancılığı daha sonraları gelişti. Abdullah Kadirî’nin buradaki rolü büyüktür.


ÖZBEK TÜRKÇESİ

Özbek Türkçesi, Karluk grubuna bağlı bir Türk şivesidir. Yalnızca Özbekistan’da konuşulmamaktadır. Özbekistan’ın yanı sıra Özbek Türkleri’nin yaşadığı Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Afganistan ve Doğu Türkistan’da da konuşulmaktadır. Özbek edebî dili, Taşkent ağzına dayanmaktadır. Ama yıllarca Fergana Vadisi’nde gelişen Çağatay Edebiyatı’nın etkisiyle Fergana ağzı da kullanılmaktadır.

Yüzyıllar boyunca Arap alfabesini kullanan Özbekler, 1927 yılında Latin, 1930’dan itibaren de Ruslar’ın etkisiyle Kiril harflerini kullanmıştır. 1991’den sonra yapılan alfabe çalışmalarıyla da tekrardan Latin harflerine dönüş yapılmıştır.

  
İŞADAMI’NIN KISMETİ YAZARI
İBRAHİM RAHİM (1916-2002)



Özbek yazar ve gazeteci İbrahim Rahim, 1916 yılında Fergana ili Kuva ilçesi Saykeldi köyünde doğdu. Okulu bitirince öğretmenlik yaptı. ‘Kolhoz Yoli’, ‘Yaş Leninçi’ gazetelerinde (1933-1937) memur, bölüm müdürü olarak çalıştı. 1937-1940 yılları arasında Sovyet Ordusu’nda görev yaptı. Savaş başladığında da savaşlara katıldı ve 1946 yılında yurduna döndü. Cumhuriyet radyosu’nda çalıştı. Daha sonra Moskova Yüksek Parti Mektebi’nde okudu (1947-1950). Sonra ‘Kızıl Özbekistan’ gazetesinde (Partinin ve hükümetin resmi gazetesi) bölüm müdürü, başyazar (1950-1961), Özbekistan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı (1957-1963), Özbek Film- Film Stüdyosu Direktörü (1962-1966), ‘Gülistan’ dergisi başyazarı (1966-1969), Moskova’daki ‘Literaturnaya Gazeta’nın Özbekistan’daki muhabiri, (1969-1971), ‘Muştum’ dergisinin başyazarı (1971-1982) olarak çalıştı.

1937 yılından itibaren eserleri yayımlanmaya başladı. Sınır koruyucularının hayatlarını anlatan ‘Bahadır’ adlı hikâyesi 1939’da yayımlanmıştır. Daha sonraki yıllarda savaş konusunda hikâye ve denemeler yazdı. İlk romanı, 1953 tarihli ‘Hayat Bulaklari’ (Hayat Pınarları)’dır. Yazar, 1958 yılında, bu eserini yeniden işleyip ‘İhlas’ adıyla tekrar yayınlatmıştır. Yazarın birkaç romanı vardır: 1956 tarihli ‘Çın Muhabbet’ (Gerçek Sevgi), 1964 tarihli ‘Takdir’ (Kader), 1971 tarihli ‘Fidailer’ ile ‘Tinimsiz Seher’ (Hareketli Şehir), 1985 tarihli ‘General Ravşanov’, bu romanlardandır. Bu eserlerin çoğu, savaş ve cephenin gerisindeki yurtta kalan insanların kaderini hikâye etmektedir. ‘Tinimsiz Seher’ romanında ise, 1966’daki Taşkent depremi ve deprem sonrası azap çekenler, şehrin yeniden kuruluşu, halkların dostluğu gibi konular ele alınmıştır. ‘Takdir’ romanı da şehrin kuruluşunu anlatmaktadır. ‘Akıbet’ romanına Özbekistan Cumhuriyeti Devlet Ödülü verilmiştir (1983).

İbrahim Rahim’in bir kaç uzun hikâyesi (povest) de okuyucuya ulaşmıştır. 1960 tarihli ‘Hilala’, ‘Alav-kar’ (Alevkâr), 1967 tarihli ‘Sen Tuğılgen Kün’ (Senin Doğum Günün), 1970 tarihli ‘Mefigülik Koşıği’ (Sonsuzluk Şarkısı) gibi uzun hikâyelerinde emekçileri yüceltmiştir. Bu eserlerinde röportaj özellikleri baskındır.

İbrahim Rahim bazı film senaryoları da yazmıştır. Onun 1961 tarihli ‘Zengari Alav Kişileri’ (Mavi Ateş Adamları) ve ‘Kalbinde Kuyaş’ (Kalbinde Güneş), 1969 tarihli ‘Ferhad’nin Cesareti’ (Ferhat’ın Cesareti) filmleri, 1970’li yıllarda beğenilerek seyredilen Özbek filmlerindendir.

İbrahim Rahim, gazetecilik ve parti önderliğinden yetişip yazar olan sanatkar, önderlik ettiği yıllarda edebiyata ve yazarlara çok yardımcı olmuştur. Özellikle ‘Gülistan’ dergisinde başyazarken, o zamanlar araştırılan konularda, tarih ve geçmiş kahramanlar özellikle öne çıkarılmıştır. Bu dönemde Timur’un hayatını anlatan ve Alihan Sağuniy’in Özbek Türkçesi’ne tercüme ettiği ‘Temür Tüzükleri’nin (Timur Yasaları) yayımlanması, Özbekistan kültür hayatında büyük yankı uyandırmıştır.

Edebiyat ve kültür alanlarındaki hizmetlerinden dolayı da ‘Özbekistan’da Hizmet Veren San’at Erbabı’ (1966), 1983 yılında ise ‘Özbekistan Halk Yazarı’ unvanına layık görülmüştür. İbrahim Rahim’in ‘Çakmak’, ‘Canim Fida’ (Canım Feda) adlı dramaları da Özbekistan tiyatrolarında sergilenmiştir. Yazarın romanları, uzun hikâyeleri ve denemeleri Özbek Türkçesi ve Rusça olarak tekrar tekrar yayımlanmıştır. Diğer komşu lehçe ve dillere tercüme edilmiştir. ‘Tanlangen Eserler’i (Seçilmiş Eserler) ile ‘Eserler’i de Özbek Türkçesi ve Rusça olarak Taşkent ve Moskova neşriyatlarında yayımlanmıştır. 2002 Yılında vefat etmiştir.

E-Posta: abdurrahmanakduzen@gmail.com




---------------------------------------------------------------------------------------------

Birinci Bölüm
İBRAHİMCAN KERİMOV
İLE TANIŞMA



Kuva’da sırlarla dolu tuhaf bir adam var. Onun hakkında çeşitli efsaneler ortalıkta dolaşmakta. Dışarıdan bakıldığında herkes gibi sıradan bir adam. Birazcık aksayarak asasına dayanıp yürüyüşünü belli etmese, hiç kimseden farklı bir yeri yok. Kısa boylu, çevik vücutlu, normal bir insan. Başkalarından farklı bir özelliği sezilmez. Toplantılarda, cenaze merasimlerinde, düğünlerde; halk içinde adabı ile oturup kalkan, hiç kimseden selamı sabahı kesmeyen, yakasına toz değdirmeden, bembeyaz giyinip yürüyen, melek gibi bir insan. Onun sigara ya da içki içtiğini hiç kimse görmüş değildir. Onu tanımayanı, Kuva’da bulamazsınız. Kuva’nın yakınlarındaki yerlerde ise onu tanımayanlar “Çok azdır.” diye anlatırlar.

Bu mütevazı kişi hakkında sağda solda çeşitli laflar dolaşıyor. Birileri onu: “Koyunun ağzından ot almayan.” dürüst kişi diye nitelerken, başkaları da: “Yıldıza kement atan.” yetenekli bir adam sayıyordu.

Bazıları, “Oturduğu yerden iş yürütüp, topraktan ateş, sudan alev çıkarırbir eliyle tavuğa yem verir, ikinci eliyle yumurtasını alır.” deyip övmekteydi. Biri, iki yapmadığı gün uyuyamaz. 

Bu sözlere bazen inanır, bazen inanmazdım. Arada sırada karşılaştığımızda ona, sanki bir sır küpüymüş gibi bakar, sadece resmî olarak selamlaşma ile yetinirdim.

Devranın dönüp, ‘Pazar Ekonomisi’nin herkesi kendi girdabına çektiği günlerde toplumda: “İşadamları, nerdesiniz?” diye soru sorulduğunda, o: “Yıldıza kement atan”, “Oturduğu yerden iş yürütüp, topraktan ateş, sudan alev çıkaran”,  “Biri, iki yapmadığı gün uyuyamayan”  Kuvalı’yı hatırladım.        
                                                                       
Hatırladım ve elbette onunla görüşüp, o efsanevi cesaret abidesi olarak görünen iş adamının sırlarını bir an önce, öğrenmeye çalıştım.

Hedefime varıncaya kadar yolda, duraklarda Kuvalı birçok tecrübeli insan ile görüştüm. Onların fikri benim için, değerine paha biçilemez, bulunmaz bir hazine oldu.

Yolumdaki ilk durak, Durak Köyü idi. Bu yerde modern çiftçiliğin atası Musacan Şerbotayev yaşıyordu. Musacan Şerbotayev, koca toplumun geçimini ustaca sağlıyor, bin kulplu kazanı ustaca kaynatıyordu. Bu konuda Musacan, çok meşhur, halka yol gösterici bir insandı.

Musacan Şerbotayev’i insan sarrafı ‘Tecrübeli Aksakal’ diye anlatıyorlardı: “Sokaktan geçen kişinin adımına bakarak, onun cebinde kaç parası olduğunu bilir. Tanımadığı kişinin işine bakarak onun nasıl bir insan olduğunu hatasız tarif eder.”  diyorlardı. Benim sorarak öğrenmek istediğim kişi hakkında ise, Musacan Şerbotayev bin yıldır tanıdığı, defalarca denediği kişi gibi konuştu.
─ Toplum değirmenini onun gibi kişiler döndürüyor. Onların zamanı şimdi geldi, dedi Şerbotayev.
─ Muhammedcan Nasırov, önce siz onun kalbini araştırın, dedi. Genç olmasına rağmen ilçede yüz kırk bin kişinin başkanı olan Muhammedcan Nasırov, içi dert dolu bir tarihi dile getirdi.

Gençler ne der acaba? Onların da fikirlerini öğrenmek istedim. Fergana şehrinin yöneticilerinin eski önderlerinden biri olan Abdülhalil ile görüştük. Sorduğumda, “şimdiki işadamlarının atası odur” dedi. Gördüğü dertler, çektiği azaplar bir dünyadır! Doğrusunu söylersem, günümüz edebiyatına bir kahraman lazımsa, bundan başkasını aramayın! SSCB zamanının bütün özelliklerini, kötü kısmetini yaşayan kişi, bu insandır. O kişinin sırlarını hâlâ kimse çözememiştir ve onun sır defterini hiç kimse açamamıştır. Acaba size açar mı?

Sonunda onunla buluştum. İsmi, İbrahimcan. Babasının ismi, Mirza Kerim’dir. Herkes ona, “Kerimov.”  diyordu.

Kerimov’un defteri bana açılır mı?   
                                                                      
Sorgu uzmanları, savcılar onu konuştura-mamışlar da sen nasıl konuşturacaksın? ”Akıllı, köprüyü bulana kadar; deli, suyu geçermiş.” Artık her şey Allah’tandır.

Kerimov’un idare merkezi binası, Kuva şehir merkezi ile demiryolu durağı arasında, taş yol boyundaki geniş meydanda, görkemli bir şekilde kurulmuştur. Uzaktan bakınca denizdeki tek gemi gibi haşmetli görünüyordu. Binanın önünde bir gül bahçesi vardı.

Ana kapının önünde kadife giysili, başında Mergilan şapkalı, postal giyen, ama “İyi insanda silah olmaz.” der gibi silahsız bir bekçi; elleri göğsünde, gülümseyerek gelene gidene pervane oluyordu. O, beni de saygıyla yöneticisinin huzuruna çıkardı.

Kerimov’un odası iş için gelen insanlarla doluydu. Ama hiç söz söylenmeden işler hallo- luyordu. Kâğıt uzatıldı. İmza atıldı. Bazı işler, göz teması ile bitiyordu.

Odaya genç, şık bir delikanlı girdi, ellerini saygıyla birleştirdi. Kerimov, “Tamam!” dedi. Onun da işi görüldü. Ne işi, nasıl halloldu, kendileri biliyor. Telefonda da sözler kısacık: Evet… Hayır… Gelenin gidenin sonu kesilmiyordu. Ha, deyince bana sıra gelmedi. O anda Abdülhalil’in sözleri aklıma geldi: “Onun sırlarını daha kimse çözemedi ve sır defterini hiç kimse açamadı. Acaba size açılır mı?” Acaba öyle mi olacak? O, benimle de işaretlerle iş bitirmeye çalışırsa, amacıma ulaşamam, diye endişeleniyordum.

Sonunda Kerimov bana bakarak konuşmaya başladı:
─ İsterseniz içeri girelim!

Dinlenme odasını geçip, toplantı salonuna girdiğimizde Kerimov sekreterine: “Ben yokum, odaya kimseyi alma, telefon da bağlama.” dedi, şoförüne de evinde beklemesini emretti. İçeriden kilitlenen odada ikimiz yalnız kaldık.
─ Burada rahat rahat konuşalım.

Kerimov, odadaki, duvarın dibinde duran sandalyelerden ikisini birleştirerek, aksak ayağını üstüne koyup, bir taraftan da asasına dayanarak bir sandalyeye oturup,  hasta ayağını biraz dinlendirdi. Bir eliyle başındaki şapkasını bastonuyla düzeltip, iyice başına yerleştirdikten sonra, yavaş bir sesle konuşmaya başladı:
─ Aklım erdiğinden beri, ne huzurum var ne de rahatım. Şimdilerde ise daha da zorlaştı.                                                                                                                                                      
─ Meselâ?
Kerimov kaşlarını çattı.
─ E! Siz sormayın, ben de anlatmayayım. Anlatırsam bitmez, defterinize sığmaz bu dünyanın işleri.

Kerimov rahat bir şekilde oturdu.
─ İnsanın kafası, taştan da serttir, dedikleri çok doğruymuş. Bunu ben kendi kısmetimde yaşadım. Neler neler gördü bu başım. Ateşte yandı, yandı ama kül olmadı. Suya battı ama boğulmadı, yoksa büyük balıklara yem olması işten bile değildi. Kaygıdan, dertten yüreğim ezildi, ama kan olup gitmedi. Boynum eğildi, büküldü, ama kırılmadı. Nice nice kötülüklere, iftiralara, hakaretlere maruz kaldım, ama yıkılmadım.

Hayat, karışıklıklardan, mücadeleler-den ibarettir.” sözü gerçekmiş.

Nihayet Kerimov’un sır defteri sayfa sayfa açıldı. Ben sadece onu, kâğıda döktüm, o kadar.

İkinci Bölüm
KERİMOV’UN ÇOCUKLUĞU



Bu, birbirinden acayip olayları anlatmaya kısaca başlasam olurdu; ama ben onları en başından, olaylarla dolu olan hayatımın nasıl geçtiğini, ta başından anlatmak istiyorum. Olur mu?
─ Böylesi daha iyi olur.
─ Öncelikle annem babam hakkında, diye söze başladı Kerimov. Babam fakir olsa da üç kez evlenmişti. Bu evlilikler onun çapkınlığından değil, mecburiyettendi. Önceki iki eşi zamansız ölünce, Tacibibi adındaki benim anamı nikâhına almış. Babam elli üç yaşını doldurmuş, anam kırklı yaşlardayken, çok sert bir kış günü ben dünyaya gelmişim. Fakirlikten mi, çaresizlikten mi, sıtma hastalığına tutulmuşum. O zamanın sağlık sisteminin durumunu siz de iyi bilirsiniz, üç köye bir doktor. Beni otlarla iyileştirmeye çalışmışlar. Şifa bulamamışım. Sol ayağımı kullanamaz oldum. Aniden ortaya çıkan ağrı dayanılmazdı. Annemle babam başımda pervane… Zavallı anam, yaşlılığında gördüğü biricik oğlunun acısına ortak, derdine merhem olmak isterdi; canını verebilirdi ama çaresizdi. Altı yaşındaki çocuğu, gece gündüz kucağından hiç düşürmezdi, onunla beraber ağlardı. Gözümden ırmak gibi gözyaşları döküldü, çok şükür ki ağlamaktan gözümün cevheri akıp da kör olmadım.                                                                                               
─Çocuğun ayağını çıkıkçıya göster, dediler anama.

Çıkıkçı çok tecrübesizdi, kırık kemiğimi ararken, bacağımdaki etleri çok ezdi. Kırık kemiği bulamayınca da, “Acaba bacak yerinden mi çıktı?” diye düşündüler, ayağımı çekmeye başladılar. Hulâsa, bir bacağım tamamen kötürüm oldu. Anacığım evde yatırarak, dilinin ucunda bal verir gibi, şefkatle benimle ilgilendi. Ayağım tamamen iyileşmese de, ağrısı durdu, ama yürümem zorlaştı, yere hiç basamaz oldum. Okul yaşıma geldim. Yaşıtlarım kitapları kucaklayıp, defteri kalemi eline alarak okula gidiyorlardı. Onlara çok özendim, arkalarından onlara katılmaya çalıştım, ama yürüyemedim. Üzüntüme dayanamayıp, sürekli ağladım.

Zavallı babam koskoca çocuğu sırtlayıp okula götürüyor, ders bitince tekrar sırtlayıp eve getiriyordu.

Babam anam, akrabalar ile birleşip, pazardan bir eşek satın aldılar.
─ Artık okula eşeğin sırtında gidip geleceksin, dediler. Eşek kıştan zor çıkmıştı, o sebeple mi bilmiyorum, sürekli anırıyordu.
Yaramaz çocuklar da yok değildi, bazen yaramazlık yapıp, eşeğimin ipini çözüyorlardı. Okulun müdürü birçok kez onu okul yemekhanesinden tutup getirdi, beni çok utandırdı. Bir gün öğretmenim beni tahtaya çıkarıp, sınav yaparken eşeğime bakamadım, sınavdan sonra pencereden baktım ki, eşeğim yok. Ağlamaya başladım. Çocuklar bağıra çağıra dört bir yanı aradılar.
─ Eşeğin pazarda dolaşıyordu, oradan bulup geldik, dedi sınıf arkadaşım Tursunçahan, eşeğimin eğerinden inmeden.

Tursunçahan çok konuşkan ve tatlı bir kızdı. “Eşeğine bindir beni.” deyip beni rahat bırakmazdı. Kış soğuğunda ya da yağmur, kar yağdığı günlerde, “Eşeğinle beni evime bırak.” diye yalvarsa da razı olmazdım; ama onu “Eğerimin üstüne yatırırım.” diye kızdırırdım. Eşeğimi bulup getirdikten sonra onu “Düldül”üme bindirip götürüyordum. İkimizin arasında oluşan bu ilk sevgiyi de eşeğim sağladı.
─ Okumayı yazmayı öğrendin, şimdi bir hüner öğren, dedi babam.
─ Kendi ekmeğini kendin bulup yersin, evimize yarım ekmek bulup gelsen bile geçimimize yardım edersin. “Hüner yükseltir.”                                                   
Babamın bu duruma gelmesine de zavallı eşeğim sebep oldu. O, önceleri biri öğretmiş gibi ya da özellikle; sanki onu birisi gıdıklıyormuş gibi her on,  on beş dakikada bir sınıfa bakarak anırırdı. Zavallı eşeğin sesi o kadar gürdü ki onun bağırışı, sınıfı titretirdi, zavallı öğretmenimiz kulağını kapatmak zorunda kalırdı, çocuklara ise bedava gösteri… Sınıfımızdaki bazı yaramaz çocuklar da eşeği daha da bağırtmak için gizlice, Har! Har! deyip onu gıdıklarlardı.

Eşeğimden dolayı şikâyetler artınca, okul müdürü eşeği okuldan göndermek için uğraştı. Babam onu satmak zorunda kalınca, benim okula gidişim de sona erdi. Eşeğim,  benim ayağımdı. Okulu bırakmamın bir nedeni de, fakirlikti. Zavallı babam evi geçindirmekte çok zorlanıyordu.

Böylece 1943 yılında babam beni, ayakkabı ustası Hocamberdi’nin yanına çıraklığa verdi.  Ayakkabıcı Hocamberdi, iyi bir usta olmasına rağmen çıraklarına karşı ilgisizdi. Aradan biraz zaman geçince, “ Bakalım ne öğrendin hani?” diye sordular. Durumu öğrenince, “Ömrün boşa geçiyormuş.” diyerek beni başka bir ustanın yanına, Hacı Muhammet’e teslim ettiler.

Babam, ustaya: “Eti sizin, kemiği be- nim.” dedi.

Ustalara, çıraklarına hakim olmaları için böyle bir hak verilirdi. Usta, çırağına vurup bağırabilir, istediği gibi çalıştırabilirdi, çırağın canı sağ kalsın, hüner öğrensin yeter; çırak, ustanın kulu gibiydi.
  
Hacı Muhammet, çok katı, kuralcı, isteği bitmeyen bir ustaydı. “İğnesinden kan damlardı.” O, beni daha birinci günden, ayakkabıcıların dili ile söylersek, “kalıpçılığa başlattı.”  Otur, dese oturuyorduk; kalk dese kalkıyorduk. dediğini harfiyen yapsam da, otursam “kalk!” diyor, kalkınca da “otur!” diyordu.  Mızmızlığını hiç sormayın… Diktiklerimi tek tek inceleyip, sanki ışık altında röntgen inceliyordu. Dikişiniz kötüyse başınız beladaydı. Hepimiz tir tir titriyorduk. Dili son derece zehirliydi. Her bir sözü çıyan gibi sokardı, kor ateş gibi yakardı.

Ustanın bütün zorluklarına katlandım.   Adam, hakaretten dayağa da geçti.     

Bir gün attığım dikişleri beğenmedi galiba. Sivrisineğe benzetmişsin, diyerek yüzüme vurdu. Koskoca delikanlı olmuşum, çok zoruma gitti, ama hiçbir şey söyleyemedim; çünkü babam: “eti sizin, kemiği benim.” deyip ona bu hakkı vermişti. Ayrıca karnımın da doyması ge- rek. Evlenmeye de niyetim yok değil, benim yaşıtlarım artık baba olmaya başladılar. Tursunçahan da gelin olmak istiyor gibi benim peşim sıra yürüyerek, “Ne zaman dünür gelecek?” deyip, laf vurduruyordu.

İkinci Dünya Savaşı zaferle bitti. İnsanlar kendini toparladı. Biz de idare ederiz.
1945 yılının son baharında, hasat mevsiminde, biraz zorlansalar da beni Tursunçahan ile evlendirdiler. Çok mutluyum; ama  “Mutluluk ile keder, yan yana gezer.” Dedikleri gibi, kısa bir zaman sonra anam vefat etti. Omzumdaki geçim yükü daha da ağırlaştı. Anam rahmetli, her işi kolayca halleden bir kadındı. Babamın “biri iki yapıp”, eve getirdiklerini bereketlendirip, her gün kazanımızı kaynatırdı. Anamın ölümünden sonra, kazanımız kaynamaz oldu. Babamın bütün birikimi düğünde bitmişti. Geriye kalanı da, anamın cenazesinde harcadık. Bunun üstüne babam yatalak oldu. Gider var, gelir yok. Yiyen çok, ama kazanan sadece benim. Çocuklu ablam, küçük kız kardeşlerim, yaşlı ninem, hepsi bana bakıyordu, çok zorlandım.

Ne yapsam acaba? Şaşırdım kaldım. Eşeği satınca, parasıyla inek satın almıştık. Onu satarak parasını yedik. Sonra babamın anamın oturduğu evi yıkarak, ağaçlarını Osman Madumar adlı kişiye, altı yüz kilo tahıl karşılığında verdik. Tahılı sulayıp, öğüttükten sonra,   unundan ekmek yapıyorduk, suyundan da göce[1] yapıp içiyorduk. Bir yolunu bulup, dutların olgunlaşmasına kadar idare ettik. Dutun yardımıyla kayısının olgunlaşma zamanına yetiştik.

Avlumuzda sekiz tane kayısı ağacı vardı. O yıl çok ürün verdiler. Yiyerek bitiremezdik. “Bunları satarak geçinelim.” dedi hatunum. Pazar çok uzak, oraya götürmek kolay değil…  Çok şükür ki uzaktaki Hayrünnisa teyzem bize yardım etti, birikimleriyle bana ucuz yollu bir eşek aldı.
─Kayısıyı satıp, ihtiyacından artakalırsa borcunu ödersin, dedi.

Kuşlar gibi her sabah kayısı dallarında dolaşıyoruz, olgunlarını toplayıp, heybenin iki gözünü doldurarak pazara gidiyoruz.                                                                        
Yaşayıp gidiyorduk, aç değildik ama kıyafetimiz yoktu. Giyim kuşam bitmişti, yenisini alamıyoruz. “ Eskisini yamıyoruz, aklımız gidiyor[2]”

O günlerde başımdan geçen gülünç bir olayı hiç unutamam.

Ramazan Bayramıydı. Bir şekilde otuz günlük ramazan ayını geçirdik. Karanlıkta sahura kalkıyoruz, neyi pişirdiğimizi, neyi yediğimizi kimse bilmiyordu. Gün boyu sersem bir halde dolaşıyoruz. Gün batışını hasretle bekliyoruz. İftarı suyla açıyoruz. Kâh buğday yarması, kâh göce, çok az da mısır ekmeği ile iftar yapıyorduk. Çayı da doya doya içemiyoruz. Çay nerede? Çayın posasını da tekrar tekrar demliyorduk. Çok zorlukla arifeyi de geçirdik. Yarın sabah olunca bayram.

Bayram günü, herkes süslenerek, güzel güzel giyinerek sokaklara çıkıyordu. Sabahleyin erkekler mescitlere toplanıp, bayram namazını kılıyordu. Kadınlar, özellikle yeni gelinler, kızlar; bütün gece saçlarını yıkayıp, saçlarını tarayıp, ellerine kına yakıp, kaşlarına sürme çekiyorlardı. Onlar da sokaklara çıkıp, pazarları dolaşırlardı, sonra da namaz kılanları seyrederlerdi.

Bizim evimizde de bayrama gücümüz yettiği kadar hazırlık yapıyorduk. Ben bütün gece avluyu temizledim, evin önünü süpürdüm, her yere su serptim. Daha elimi yüzümü yıkamamıştım ki mescitten ezan okundu, namaza çağırdılar. Bayram namazına gecikmemek için, şaşkınlıkla, aceleden; bütün gece yıkadığım gömleği, boz pantolonumu bulup, apar topar giyinip mescide koştum.

Mescitte namaz kılmaya seccade yetişmiyordu, her taraf tıklım tıklım doluydu. Durumu iyi olan adamlar koltuğunun altında seccadelerini getiriyorlardı. Benim kuru boyumdan başka hiçbir şeyim yoktu. Orada öylece etrafa bakınıyordum. Sonra gözüme boş bir yer çarptı; hemen, hiçbir şeye bakmadan oraya oturdum.

Herkes bana bakıyordu. Yaşlılar kendini tutsalar da gençler kıkır kıkır gülüyorlardı. Hatta dudaklarını kıvırıp, ıslık çalarak benimle dalga geçiyorlardı. Ben bunun sebebini bilemiyordum. İmama yakın bir yere oturduğum için mi? Buradan kalksam mı acaba? Benimle dalga geçenlerle kavga edesim geliyor, ama edebim elvermiyor. Sabrettim. Bayram namazı bitip, herkes birbirinin bayramını kutlarken, demin benimle dalga geçenlerin yanına gittim. Çok kızgınım.                                                                         
“Hemen evine gidip giysilerini değiştirip gel”, dedi onlardan biri kısık bir sesle.

Üstüme bakınca kendimi kaybettim.

Gece avluyu temizleyip, sokağı süpürdükten sonra tozlanmış olan gömlek ve pantolonumu leğenin içine koyup, sıcak suda çalkalamıştım. Karanlıkta görmemişim, leğenin içinde nar kabuğu varmış. Gömleğim narın rengiyle karışıp, alacalı bulacalı olmuş. “Fakiri, devenin üstünde bile köpek kapar.” Dedikleri gibi varım yoğum bir tek elbisemi de kaybettim. Ne yapayım? Başka çarem yoktu, insanlar dalga geçseler de hep onu giydim. “Pireye kızıp, yorgan yakılır mı?”

Ben de herkes gibi iyi giyinmek istiyorum. Çok şık giyinenler bir tarafa, sıradan giyinenlere bile heves ediyorum. Ama ne kadar heveslensem de arzum yerine gelmedi. “Bin kez ‘helva’ desen bile ağzın tatlanmaz.” Dedikleri gibi, gece gündüz yeni giysi aşkıyla tutuşup yansam bile bana hiç kimse “al kulum!” demedi…
─Kendin bul! dedi gönlüm.

Nasıl bulacağım ki? Ayakkabıcılık sanatını öğrenemediğime çok pişman oldum. Kötü bir ayakkabıcı olsam bile bir lokma ekmeği bulurdum. Mesleğimin olmaması çok kötü oldu.

İşleyen, dişler.”  Ben de kendime iş aradım. Ancak benim gibi sakata göre iş nerede? Aklımda hep bir şey vardı.

Yeni kayısı hasadına yetişebilir misin? Yetişmem lazım! Nasıl yaparsam yapıp…






Üçüncü Bölüm
ÇAYCILIKTAN TİCARETE
                      


Allah’tan, dünya sadece katı yüreklilerden ibaret değildi. İyi kalpli insanlar da vardı. Allah benim karşıma iyi yürekli bir adamı çıkardı. Kuva’nın hemen yakınında Kalinpostin adında bir mahalle vardır. Burada Çömlekçi Mehmet Ali isimli bir adam yaşardı. O, rahmetlik babamı tanıyordu. dediklerine göre, babamla fazla geliş gidişleri yoktu, öyle çok sıkı arkadaş da değillerdi, ama bir zamanlar babam çömlekçi Mehmet Aligil’e iyilik yapmıştı. “İyilik bir yerden dönmese bile, başka yerden döner.” dedikleri bu olsa gerek. Çömlekçi Mehmet Ali’nin evimize gelişine hepimiz, Hızır gelmiş gibi sevindik.                         
─Hadi! Önüme düş yavrum, elimdeki işi sana vereyim, yanımda çaycılık yaparsın, ekmeğin bütün olur, dedi.

Bütün ekmek hakkındaki haber, gözümün içini parlattı. Önüne düşerek Kalinpostin’e gittim. Üzerimdeki döküntülerle çayhane işletilir mi? En başta veresiye olarak gömlek ve pantolon aldım. Büyük bir heves ile işe başladım. Ayağımın aksaklığı da sezilmiyordu. Sanki altı ayağım varmış gibi koşarak çalışıyordum.
Kalinpostin, havadar ve serin bir yerdi, onun için çayhane her zaman tıklım tıklım dolardı. Çünkü Fergana’dan, Mergilan’a hatta Bağdadu Altıarık tarafından Kuva pazarına gelenler ya da Andican’dan Oş’a giden yolcular bu çayhanede dinlenmeden geçmezlerdi. Bazı günler çay taşırken elim elime, ayağım yere değmezdi.

Çayhanenin sahibi Çömlekçi Mehmet Ali, müşterilere nasıl hizmet edileceğini öğretti. Ben de Kuva çaycılarının sanatını çok gözetip öğrendim; çayhaneye adım atan herkesi sanki çok değerli bir insan gibi, kıymetli bir misafir gibi sevinerek beklemeye başladım. Hemen altına minder koyup, önüne sıcak ekmek, meyve ve çerez koyup, söylese de söylemese de sıcak çay getirip, “Buyurun, buyurun, hoş geldiniz! Nasılsınız?” diyerek, tatlı dille hizmet ediyordum.

At arabalı yolcular bazen geceliyordu. Atlara hizmet etmek için yonca da bulun-duruyordum. Kavun karpuzu da kendimiz satmaya başladık. Çayhanemiz gitgide kervansaraya dönüştü. At arabalarının gece kalmaları için yer hazırlamak, yemekler için malzemeler, tabak çanak, onların sorumluluğu da üstüme kaldı. Sıkıntısı ne kadar ağır olsa da işimden şikâyet etmedim, insanlara iyi ve minnetsiz hizmet etmeye çalıştım. İyilik iyi de, özellikle tatlı dil ve hoş muamele kime yeter! Ben bu işlerin inceliğini çaycılığın ilk aylarında hemen sezdim. Bu sayede müşterileri arttırdım. Bazıları ile dost oldum. Çayhanede edindiğim dostlarımdan biriyle ilgili konuyu özellikle anlatmak istiyorum, çünkü o kişi benim kaderimde önemli bir rol oynadı.

Günlerden bir gün yakışıklı bir delikanlı çayhaneye girip, küçük bir mindere oturdu. Ben herkese yaptığım gibi ona da iyi davrandım. Kendisi istemeden meyve tabağı ile bir kâse kaymak getirip önüne koydum. Güzel bir çaydanlıkla özel bir çay demleyerek güzel bir bardakla yanına koydum. O delikanlı bana bir baktı, çayını içtikten sonra çayın parasını bardağın içine bırakarak gitti. Ertesi günlerde de öyle yaptı. Ben günden güne onun hizmetini iyileştirip, ona daha çok hürmet gösteriyordum. Onun ağırbaşlı davranışları, ciddi tavırları hoşuma gitti. Tanıştık. Fergana şehrinin mahalli sanatkârlar odasında çalışıyorken, Kuva’daki fabrikalara başkan olarak gönderilmiş.

Kendisini Ergaş Kurbanov diye tanıtan Kuva atölyesinin yeni başkanı çayhaneye altı araba kavun gönderip “Bunu satabilir misiniz?” dedi. Benim işlerime yeni bir iş eklendi. Kavunların altına yapraklar, siyah dallar koyarak gölgeli bir yere dizdim. Kavunların çizgileri üste gelecek şekilde güzelce dizdim. Yoldan gelip geçen yolcular kavunlara bakmadan geçmezlerdi, çayhanede oturan yolcular da gözlerini onlardan alamazdı. Kavun almak için gelen müşterilerin yanına koşarak giderdim. “Hoş geldiniz! Seçtiğinizi alın, hepsi birbirinden tatlı; şerbeti, dilinizi yakar!” derdim. Seçtiğini elini alıp “kaç para?” diye sorunca, ne kadar verirseniz, diye havale ederdim. İnsaflı adamlar beni hiç incitmezlerdi.

Sahibinin beklediğinden daha fazla paraya satmışım galiba. Ergaş Ağabey satıştan gelen paraları saydıktan sonra, paraların içinden elli som[1]u ayırıp, bana verdi. Elli som o zamanlarda çok büyük para olmasa da benim için, büyük zenginlikti. Karnımı çayhanede doyurduğum için bu para giyim kuşama, evin ihtiyaçlarına yaradı. Ergaş Ağabey, zeki birisiydi. Paramın otuz somuyla bana ucuz bir fiyatla et, yağ ve un aldı. Kalan yirmi somla da gömlek aldım. O gün evimizde bayram oldu. Bu başarım beni, para kazanma konusunda çok hırslandırdı. Çayhaneyi bıraktım. Çünkü gece gündüz hiç dinlenmeden koşturup, müşterilere hizmet edip, zorla karnımı doyuruyordum; ama ticarette elinde para oynatıp, “parayı, paraya vurarak” zengin olmak, hiç zor değilmiş. Ben bunu kendi hayatımda meyvecilik işinde yaşadım. 

Kerimov  ticarette

Ticarete isteğimi az çok gören, yeteneğimi sezen Ergaş ağabey, beni meyve hazırlama bölümüne tayin etti. Şakalaşarak, “Şimdi sen kommersant[2]  oldun.” dedi. Kommersant dediğinin ne olduğunu tam bilmiyorum, ama tahmin ediyorum ki, ben şimdi tüccar oldum, diye düşünerek sevindim. Ergaş Kurbanov bana: “Yüz somdan üçü senindir.” dedi.

Köy köy dolaşarak meyve buldum. Özbek çiftçisi önceleri meyvesini hiçbir şekilde parayla satmıyordu. “Allah’ın insanlar yesin diye yarattığı nimetleri parayla mı satacağız?” diyorlardı çiftçiler.

Tam meyvenin olgunlaşma zamanıydı, işim oldukça iyi gidiyordu. Meyve hazırlama bölümünün planladığının birkaç katı üzerinde meyve topladık. Ay sonunda elimde kalan parayı görünce korktum. Bu kadar parayı ne yapacağım? Anam da beni: “Bu kadar parayı nereden aldın?” diye sorguladı. Kendi emeğime karşılık fabrikadan bana verdiklerini öğrenince bana dedi ki:
─ Üstüne başına giyecek bir şeyler al. Sokakta köyde, insanların arasında dolaşan birisin.
Kuva’da büyük bir mağaza açılmıştı. Orada kadın tezgâhtarlar arasında, işini çok iyi yapan bir kişi olan, Totıhan abla çalışıyordu. Kendisi güler yüzlü, tatlı dilli bir kadındı. Çok ferasetli, yol gösterici birisiydi. Onun yanına gittim.
─ Ablacığım, beni giydirin, dedim.

Mağazadan süslenerek çıktım. Aynaya bakınca kendimi tanıyamadım. Üstümde bembeyaz yakalı bir gömlek, siyah bir ceket...  “İşte şimdi tam tüccara benzedin”, dedim kendi kendime, “Boğulursan da büyük denizde boğul.”

Sanayi Malları Dükkânı

Daha çok getirisi olan işleri gözlüyordum. Bahtımdan mı, bahtsızlığımdan mı; bana sanayi malları dükkânını devrettiler. Dükkâna tek başıma sahip sayılıyordum. Satıcısı da, müdürü de, mal dağıtıcısı da hep kendimdim. Dostlarım da çoğaldı. “Ver, ver!” diyenleri hiç sormayın! Veresiye alıcılar da benden boş çıkmazdı. Büyük küçük çalışanlar, özellikle de bekçiler, polisler dükkânımı kendilerininki gibi kullanıyorlardı.

“Gözünü aç, kendine dikkat et!” diyen olmadı. Her zaman böyle gider diye düşünmüştüm. “Veren Allah’ın da hoşuna gider.” dedikleri gibi benim de ünüm, itibarım arttı. Düğünlerde beni başköşeye oturtuyorlardı. Ama bu büyüklüğüm ve itibarım fazla sürmedi; dükkânımda teftiş başlayıp, işlerim tersine gitti…

İsmi aklımda yok, soyadı aklımda: Hodiç… Biz onu Hodiç olarak bilirdik, bu isimle yüceltirdik. Hodiç gelir gelmez dükkânımdaki bütün evraklara ve paraya el koydu, satışları durdurup, dükkânı kilitleyip, anahtarını cebine attı. Laftan sözden anlamayıp, kötü niyetle işlerimi teftiş etti. Onun bu kadar kötü birisi olduğunu hiç bilmiyormuşum, dükkâna gelince hiçbir şeye acımadan, ona lazım olan her şeyi hiç sormadan alıp gidiyordu. Eskiden, onun için, benden iyi bir insan yok gibiydi. Kişiyi, sana işi düşünce değil; senin ona işin düşünce tanırmışsın. Hodiç’i de, ona işim düşünce tanıdım.

Hodiç, laftan anlamaz, söz dinlemez, kötü biri olup çıktı. Ne soru soruyordu, ne sözüme kulak veriyordu, beni çok bunalttı.

Kahrolası adam solaktı, sağ elini cebine koyarak çalışırdı. Benim dükkânımda, ne var ne yoksa, sol eliyle hepsini sayarak çıktı. Üç günde dükkânın içini alt üst etti. Ben dükkândaki malları özel bilerek gelinlerin çeyizi gibi sergileyip düzenleyip “yüz görümlüğü” yaptım. Onun teftişinden sonra ise dükkânım Çingene evine döndü. Bunları gören gözlerime inanamıyorum. Kadifeler satene, atlaslar pamuğa, ipekliler de diğerlerine karışıp, karman çorman olmuştu. Kalbim daraldı. Yardım edeyim deyince de hiç yaklaştırmıyordu. Evraklarım her yerde… Onları ayırayım desem, “Uzak dur!” diyordu. İyice bakıyorum, yüzünden düşen bin parça. Onun yaptıkları hakkında oradan buradan, onun eline düşen dükkân sahiplerinden bir şeyler işitip duruyordum. “Solağa dikkat et, susar ama iliğinden alır.” diyorlardı. İliğimden aldığını seziyordum, ama “Korkunun ecele faydası yok.” Çare yoktu. Büyüklerime başvurdum, “Teftiş böyle olur, sabret, sonra konuşuruz.” dediler.

Sonunda Hodiç ağzını açtı:
Rasrata[3]! dedi, gözlerini karabulutlar gibi kısarak.                                         
─ Yüreğim ağzıma geldi. Rasrata korkunç bir söz. “Rasrata kıldın.” diyerek nice dükkân sahiplerinin evlerini viran etti bu herif.
─Doğruyu söyleyin müfettiş amca rastrata dediğiniz şey nedir? Yalvararak sordum.
─Anlamıyor musun, bu kadar parayı ye-    mesini biliyorsun da, “rastrata” sözünün ne olduğunu bilmiyorsun, rastrata o kadar! dedi Rusça olarak.
─Ya, anlatın bana, ben ne yapmışım?
─On beş bin somu çabucak getirip verirsen ver, yoksa hapishaneye marş! dedi Rusça olarak ve ağzını yayarak.
Allah seni çarptı İbrahim” dedim, ayağımın sakatlığına da bakmadan bir ayağım üzerinde, belge toplamak için, devlet daireleri arasında mekik dokudum. Hiçbir yerde isteğime olumlu yanıt yok. Hodiç’in adını duyanlar sus pus oldular. Bana “ver” diyenler de, “gönder” diyenler de, veresiye alanlar da, suyun dibine girdiler.

Babamdan kalan ne varsa sattım. Birikimlerim, “rasrata”ya yama bile olmuyordu. Veresiye alanların bazıları borçlarını getirip verdiler. İnsafsızlar da vardı. Onlar sanki hem sağır hem de kör oldular.

Sonunda akrabalarım, bütün sülalem bulduklarını getirdi, hepsini toplayarak borcumu ödedik. Dükkânı terk ettim ama bununla da Hodiç’ten kurtulamadım. “Kasten rastrata yapan Kerimov’un hapishaneye atılması gereklidir.” diye dava açıp, yeni yeni oyunlar oynadı. İfade vermekten halim kalmamıştı.

Bu arada elimizdeki her şey gitmiş, bütün malımızı vermiştik. Durumumuz çok kötüydü. Ailemi geçindirmek için her yere başvurdum. İşte o anda gözüm açıldı. Şöyle bir bakınca o zamanlar ben hem kör hem de sağırmışım. Etrafımdaki vakaları işitmeden, hiçbirini görmeden dolaşıyormuşum. İnsanlar çok değişmişler. Keşke iyi yönde değişselerdi.

Çok şükür ki, insaf sahibi insanlar da hâlâ varmış. Onlar: “Bir Mümin Müslüman sakat kişiye, bu kadar azap yetmedi mi, niçin gene onu hapishaneye atacaksınız?” diyerek karşı çıktılar.




[1] Özbekistan’ın para birimi.
 [2] Büyük tüccar.


Dördüncü Bölüm
KERİMOV
KÖRLER ATÖLYESİNDE



Kuva’da körler cemiyeti vardı. Emincan Atacanov işte o cemiyetin reisiydi. Onlara hiçbir zaman işim düşmemişti. Emincan Atacanov’u hiç görmemiştim ve onunla tanışmıyordum. Çayhanede çay taşırken onun önüne bir çaydanlık çay koymamıştım, dükkânıma girip bir metre kumaş da almış değildi.  Kısacası ben bu adamı hiçbir zaman aramadım. O kişi beni kendi arayıp buldu.
─Boş oturmaktan sıkılmışsındır, tam sana göre bir iş var. Çalış! dedi, bu güler yüzlü dost adam.
                                             
Sakatların ve körlerin yaşam koşulları çok ağırdı. Devletten çok az yardım alırlardı. Her yerde olduğu gibi, Kuva’da da etraftaki gözü görmeyen insanları bir araya getirip, “Körler Atölyesi” kurmuşlardı. Bunların hakkında her yerde çeşitli laflar duyuyordum. “Körleri çalıştırıp, haklarını vermiyorlar”, “Körlerin ekmeğini çalıyorlar.” diyorlardı. Bir sürü hakaret, dedikodu ve iftira etrafta dolaşıyordu. Ben oraya davet edildiğim dakikadan itibaren bu konu hakkında düşündüm.
─Onların zaten yarım olan ekmeğine ben de mi ortak olacağım?
Belki de onların yarım ekmeğini tamamlamaya yardımım dokunur.
Hayaller ile dolu olsa da iş bulduğuma sevinip, ayağım yere değmeden atölyeye gittim. Adı, ‘Körler Atölye’siydi  ama yöneticileri gözü açık adamlardı.
─Geldin mi yiğidim, sana özel bir iş hazırladım. Mal dağıtıcısı olacaksın. Atölyede dokunan urganları satmak senin elinden gelirmiş, dedi Emincan Atacanov sevinerek.
─Tamam, dedim saygılı bir şekilde. 
─Sesinden seziyorum, bu işe isteğin fena değil, ama önceden söyleyim ki ne kadar satarsan o kadar para alırsın, para alman sana bağlı, dedi.

Körler tuttuğunu koparan insanlardır, onun için urgan örme işini çok iyi öğrenmişlerdi. Elleri makine gibi otomatikti, bir seferde kucak kucak urgan örmek onlar için hiç de zor değildi. İpten, yünden örülen kalın urgan ve ince iplik ima- lathanede ton ton vardı. Ambara girmek isteyince ne başımı sokabildim ne de ayak basabildim. Her yerde urgan desteleri…
─Niye satmadınız bunları?                                                                               
─Urgan satışları kesat, dedi ambarcı.

Satışı kesat olan malları ben nasıl satacağım diye düşünerek içimi dert kapladı. Gerçekten de Kuva’da urgan satışları kesattı. Nedeni de, İkinci Dünya Savaşı zamanında, halkın urgan bağlayacağı büyükbaş ve küçükbaş hayvanları çok azalmıştı. Bazıları koyunları satmışlar, bazıları da kesip yemişlerdi. Yeniden koyun sığır bakacak kimse yoktu. Hayvancılık yapmak da çok zorlaşmıştı. Kapımızın önüne kadar pamuk ekmişlerdi, hayvan kapıdan başını çıkaracak olsa, “Hayvanlarını al, pamuğa zarar verecek.” diye bağırıyorlardı. Kapı önünden bir adım atacak olsa ceza kesiyorlardı.
Öyle işte. Urganı satmak için dışarıda pazar aradım. Çünkü gelişimin üzerinden bir hafta on gün geçmeden, sakatlar beni rahatsız etmeye başladılar.
─Urgan satıldı mı?
─Satılıyor mu?
─Ne zaman satacaksın? Niye maaş alıyorsun?
─Yoksa bir lokma ekmeğimize ortak olmaya mı geldin?

Sonunda iki yüz kilo urganı eşeğe yükleyip, ’a gittim. Oş, çok eski bir Özbek şehridir. Burada ÖzbeklerBabür Mirza’dan bu zamana kadar sığırsız yaşayamazlar. “Evinde sığır varsa, kazanında yağ olur, cebinde paran olur.” derler.  Atı olan Oşluların da urgana ihtiyacı vardı. Bir süre sonra ’ta da, urgan alan müşteriler azaldı. Kuva’da nasılsa, ’ta da öyleydi. Ürünü satamadan Kuva’ya dönmem zordu. Önce, zorluğu çeken körlerle başım belaya girer, ayrıca Atacanov da beni işten atardı…

Müşterini köylerden ara.” dedi bana gönlüm.  Karasu’da büyük bir hayvan pazarı vardı, vadideki tüccarlar, at ve sığırı buradan alıyorlar, diye işitmiştim.

Karasu’ya geldim ama burada da urgan soran kimseyi bulamadım. Çayhanede geceliyordum. Bir tek ekmek, bir çaydanlık çayla günümü geçiriyorum. Kimi görsem, “Urgan alır mısınız?” sorusuyla söze başlıyorum. Bu yerden de nasibim kesildi, diye düşünerek, Aravan’a yol aldım.

Aravan’da biraz işlerim yolunda gitti. Toptan sattım, metreyle sattım, ama hepsini satamadım. Köylerde, köy yöneticileriyle, başkanlarıyla görüşüp, alım satım antlaşması yapıp, senet imzalatarak, mühür bastırarak atölyeye döndüm. Sattıklarımın parasını, veresiye olanların da senetlerini verdim. Kızarlar mı diye endişeleniyordum ama öyle yapmadılar.

“Çok Şükür!” dedi Atacanov, eline az da olsa nakit para geçmişti ve biraz sabrederse antlaşmanın parasının da ele geçeceğinden memnun olan atölyedeki sakatlarda, bana karşı bir güven oluşmuştu. Atölyenin üyeleri bana da reis gibi selam vermeye başladılar. En önemlisi de, emeklerinin boşa gitmeyeceğine inanmaları oldu.

Urgan üretilen atölye geniş ama karanlık bir yere kurulmuştu. Daha önce ne olduğunu bilmiyorum ama ahırdan farkı yoktu. Ne penceresi ne de bir aydınlığı vardı. Bir baca ve iki delik… “Gözü görmeyenler için pencereye ne gerek var.” diye düşünmüş olabilirler. Gerçekten de gözü görmeyenler için aydınlığın ya da karanlığın hiçbir önemi yoktu. Onlar için urgan ördükleri ipliği ve yumağı tutsalar yeterliydi. İş yapma şekilleri de farklıydı, biri yere çömelmiş, birisi yan yatmış, ayak ayaküstüne atmış, elleri eline değmeden çalışıyorlardı.
─Ağzınıza kilit mi vurdunuz yiğitler? diyerek söze başladı sakatların biri, eli eline değmeden urgan örmeye devam ederek.
─Evet, Aşirmat, sana bakacak olursak dün galiba iyi para kazandın.
Onlar birbirlerini sesinden tanıyorlardı.
─Ey horoz Turdivay, kendin niye ötmüyorsun, yoksa mal dağıtıcısı, gırtlağını doldurdu mu?

Orada kısa sürede işlerim düzeldi. Toptan ve perakende satışlardan atölye büyük paralar kazanmaya başladı. Şöhretim ile birlikte maaşım da iki kat arttı. Yeni yeni teşebbüsler ortaya çıkmaya başladı.
─Pazarlarda süpürge satışı iyi, dedim Atacanov’a.
─Bizim süpürgemiz yok ki!
─Bulabiliriz.
─Teklifini söyle!
─Kırlarda çok funda[1]  var. Bedava hammadde. Süpürge atölyesi açarsak paranın altında kalırız. Urgandan da daha fazla para getiren bir iş…

Atacanov’un iyi dilekleriyle, birkaç gençle beraber, kırlara yol aldık. Oş, Aravan, Karasu yollarında uçsuz bucaksız fundalık görmüştüm. Onların boşa yatmasına şaşırmıştım. Gençleri buraya getirerek, fundaları yolmaya başlattım. Elleri yeteri kadar sertleşmemiş gençler, avuçları kabarsa da derileri yüzülse de, deste deste funda yoldular.

Süpürge üretmek için başka bir atölyeye ya da bir binaya gerek kalmadı. Atölyenin avlusundan yararlandık. İple, ketenle, hatta sakatların dokuduğu ipliklerle büyük küçük süpürgeler bağlayarak, Kuva pazarını ürünlerle donattık. Komşu şehirlerin pazarları da bizden ürün istiyorlardı.
─Süpürgeyi arttır, dedi Atacanov; süpürge satışları çoğaldı. Mergilan’dan da sipariş var.
Oşlular da soruyorlar, dedim sevinerek.
─İyi!
─İyi değil. Siparişlerin üçte birine cevap verebiliyoruz.
─Atölyeyi genişletiriz.
─Kolay yolu var.
─Nasıl, meselâ?
─Evlerinde boş oturan sakatları çalıştırırız.
─Seninki kafa değil, akademi, dedi Atacanov. Tamam, evladım, sana başarılar diliyorum!

Böylece, ev ev dolaşarak funda dağıtmaya başladık. Çok kısa bir zamanda atölye, zengin bir işyerine dönüştü. Harcamalar çıktıktan sonra elimizde kalan parayı nereye koyacağımız bir sorun oldu. Ben, “ev yapalım.” demiştim, teklifim başkanımızın hoşuna gitti.

Otuz daireli bina biterek, sakatların aileleri oraya yerleşmeden, Emincan Atacanov’u Kuva’nın en büyük mahalli sanayi işyeri olan “Mihnet” atölyesine reis olarak atadılar. “Be- nimle gel, yeni atölyede birlikte çalışırız.” dedi Atacanov.
─İşlerim yarım kalacak.
─Yarım kalan ne var ki?
─Kamıştan çatı malzemesi yaptıracaktım.

Büyük Fergana kanalı boylu boyunca kamışlarla doluydu. Kamış, çok sağlam ve dayanıklı bir malzemedir. Ondan her şey yapılabilir. Özellikle çok az bulunan yapı malzemesi…

Akan suyun değeri yoktur.” dedikleri gibi bunun gibi çok değerli yapı malzemesi, boşa yatıyordu, hatta onu ateşe veriyorlardı. Yazık!

Süpürge atölyesinin yanında, kamış çatı atölyesi açıldı. Kamış hazırlamak, funda yolmaya göre daha karışık; kamıştan çatı yapmak ise, süpürge bağlamaktan daha zor bir işti. Üretim sırasında işi iyice öğrendik, elde ot yolmaktan, orakla biçmeye geçtik, eşek arabasıyla değil traktör ile taşımaya başladık. Sakatların atölyesi, küçük bir sanayi dükkânına dönüştü.

İsteklerimiz de büyüdü, artık büyük işleri gözetmeye başladık. Ancak küçük işyeri ile büyük adım atmak zordu. Kuva’daki küçük atölyeleri birleştirerek, büyük mahalli işyerine dönüştürmek zorunlu oldu. O zamanlarda küçükleri birleştirmek alışkanlığı vardı. Küçük küçük kolhoz[2]lar birleşerek büyüdü, ilçeler de büyüdü, hatta okullar büyüdü. O kampanya döneminde Kuva atölyeleri de birleşip, büyük ‘1 Mayıs Atölyesi’ oluşturuldu. Mahalli sanayiye has imalathaneleri de bu büyük atölye içindeydi. 1 Mayıs Atölyesi süpürgeden yapı malzemesine kadar, terzilikten ayakkabıcılığa, bütün giyim kuşamı hem diken, hem de satan yer oldu.

Geçici bir süre başkansın

Zamanın bana verdiği şanstan yararlanarak, urgan ve süpürge satıp, kamıştan minder yaparken, şimdi büyük bir atölyeye başkan olmuştum. “Geçici bir süre başkansın.” dedi ilçe yönetimi komitesinde beni bu işe tayin eden yönetici.

Ondan sonra benim koşturmamı bir görseydiniz! Büyük yerdeki insanların masrafı da büyük olurmuş. Ufak tefek harcamalar gözünüze görünmez. Size yalan gelebilir ama benim için gerçektir, ton ton hammaddeyi çiğnemeden yutuyordu. Yüz bin o tarafa yüz bin bu tarafa gidiyordu, ama ortada tozu yoktu.

Ben de, hayal gibi olan milyonları, o tarafa bu tarafa göndermenin pratiğini yaptım. Bu arada gene “ver, ver!”ler çıkmaya başladı. Birilerine bedava ayakkabı, çizme; kiminin de sevgilisine satranç desenli iskarpin, falancaya yün ceket, filancaya beyaz yün takım elbise lazım oluyordu. Sanayi malları dükkânında çalışırken aldığım acı ders hâlâ aklımdaydı. Eee! “Kör insan asasını bir kere kaybedermiş.” Ama “yok!” diye ters cevap da işe yaramıyordu. “Erbabı ile oynaşma, erbap her yolla seni vurur.” Öyle böyleleri elimden geldiğince hallettim, ama halledemediklerime bir bahane aradım. “Ortasını bulmak, idare etmek lazım.”

Yine şanssızlık

O zamanlar gözümde atölye reisi, en yüksek makamdı. O, nereye isterse elini uzatabilir, ne isterse onu yapabilir, diye düşünürdüm. Çünkü atölyenin dışındaki hâkimiyeti bilmezdim, onlara işim de hiç düşmemişti. Zamanla, reislik başıma geldikten sonra öğrendim ki, atölye ve onun reisi üstünde büyük hâkimiyet vardır, o da ilçe komitesidir. O, Allah’a sığınmayan herhangi bir iş sahibini, özellikle atölye başkanını, bir nefesiyle görevden alıyordu. Ben parti üyesi değildim, ilçe yönetimininse benimle ne işi olur, diye düşünürdüm. “İşlerim iyi gitsin, yeter!” derdim. “Mantıyı, pişmeden saymışım.[3]”

Ayaklarına kurt düşenler ilçe komitesine giderek her gün birçok söz bulup gelmeye başladılar. Kuva küçük yer değil mi, az bir söz bile bir anda bir çuval söz oluyordu. Onun adına bizde miş…miş…[4] diyorlardı.

Miş mişler, atölyemiz üyeleri arasında da büyüyüp, çoğaldı da, eski ve yeni yöneticiler, başkanlığa gelmek isteyenlerin taraftarları bölük bölük oldular. Gizli gizli konuşmalar, fiskoslar…

Çorbadan kemik çıktığı gibi, dedikodulardan kıvılcım, kıvılcımdan da ateş çıkmaya başladı. Artık iş yok. Söz, söz olmaktan çıktı, karıncayı da fil yaptılar. Böyle bir durumla ilk kez karşı karşıya kaldım. Kendi işimi biliyordum ama kalabalıkla baş etmeyi bilmiyordum. Kalabalığa lider olunca anladım ki, dürüstçe çalışmak yetmez, canını Allah’a verip çalışmak da yetmezmiş.

Artık teftişler başladı. Sanayi malları dükkânında başıma gelenleri de tekrar dile getirmeye başladılar. Otursam bir türlü, gitsem bir türlü, diye başladılar. İlçe komitesi çalışanları, ellerinde dosyalarla geliyorlar, bir şeyler araştırıyorlardı. Bazıları gözüme hiç bakmıyordu ama sözümü bekliyordu. Ağzımdan yanlış bir söz çıkar diye umuyorlardı. İşlerim çok iyi olmasa da ağzıma hâkim olmayı bilirim, benden boşuna yanlış bir söz beklediler. Bakalım ne yapıyorlar diye, sessizce dolaşıyordum.
İşi bırak!” dediler

Vurdumduymazlık da işe yaramazmış. Se- simi çıkartmamam, beni gene suçlu durumuna düşürdü. “Bir suçu olmasa, ağzını kilit vurmuş gibi kapatıp sessiz kalmazdı.” diyorlarmış. Endişeyi de herkes değerli bilmezmiş. Endişeyi korkaklık olarak bildiler ve “İşi bırak!” dediler. Yani reislikten aldılar. Yerime de ilçe komitesine yakın adamlardan birini reis tayin ettiler.

Attan insem de bir ayağım üzengi- sinde kaldı. Yani yeni reis yoldaş Uluğav’ın yardımcısı olacaksın dediler. Çok memnun oldum. Uluğav, Çok işbilici ve tedbirli bir insandı. Ona yardımcı olmak iyi mi kötü mü?                                                         
Şöyle bir düşününce, yardımcılık da küçük bir mertebe değil. Çalışacağım, diyen insana dünya kadar iş var. Ama yardımcının dizgini, başkanın elindeymiş. Git derse yürürsün, demezse olduğun yerde beklersin. Hiçbir işte kendini gösteremezsin. Teşebbüs edersen boşa çıkar. “Amacı nedir?” diye hemen kuşkulanır. Kendi kafana göre iyi bir iş yapsan bile, o da boşa çıkardı. Çünkü başkanla anlaşmamışsın.

Başkan yardımcılığı, yalakalıktan da aşağı bir işmiş. Neredeyse bırakıp kaçasım geldi, ama karakterim güçlü geldi, insanlar, “Alındı, attan düştüğüne üzüldü, dayanamadı.” diyebilirler. Elin ağzı torba değil ki büzesin. Sessizce bekledim, reisin emirlerini hiç sesimi çıkartmadan yerine getirdim. Ama bunu da çok gördüler.  Üzengiden de düşürdüler[5].

İftiracı Muhsin

Urgan atölyesindeki işçiler arasında değerim varmış, ben onlara dayandım. Onların isteği ile beni zorla urgan atölyesine başkan tayin ettiler. Tayin edilmeme rağmen susmadılar. Teftişlere tekrar başladılar.

Muhsin adında baş muhasebeci vardı. Görünüşte eski dostum! Hodiç’e benzemese de işleri aynıymış, anlayamamışım. Bana dost görünerek, komşu olarak evime girdi. Komşuyu kardeşimiz gibi bildik. Yediğimiz içtiğimiz bir olup, bir bardak çayımızı ondan esirgemedik. İçi kara adamı, dışarıdan tanımak imkânsızmış. O, yemeğimi yiyip, yediği kaba tükürdü.

Sonradan anladım ki, evim onun hoşuna gitmiş. “Evini bana sat.” dedi. Niye satayım? Atadan kalan miras hiç satılır mı? Ret cevabı alınca, evimi zorla almaya çalıştı. Rastrata çıkarırsam, evine haciz getiririm. Böylece daha ucuza alırım diye plan yapmış, canı çıkasıca. Muhsin’in teşebbüsü ile yaz günü teftişler doruğa çıktı. Muhsin pis işlerini, “Kerimov’un işlerine” ekleyerek, savcılığa gönderdi. Bu kirli işler, Muhsin’in içindeki kötü niyetinin gerçekleşmesi için gerekliydi. Allah’a şükürler olsun ki, kanunun koruyucusu savcı, bu iftiraya aldanmadı. Savcı Rahimov, adı aklımda yok, herkes onun için, “Savcı Rahimov adil bir adam.” diyordu. Gerçekten de adil bir insanmış. Biriktirdiği evraklardan beni suçlu çıkaracak zerre kadar bir karanlık nokta bulunamadı. Aksine kirli işleri kendi başına döküldü,  “Muhsin, iftiracıdır.” diye adı karalandı.       

Sen neymişsin, atölye reisi

Savcı Rahimov’dan izin alarak beni çaycı yaptılar. Kalipostin’de çaycılık yaptığım günlerdeki çay tiryakisi müşterilerim, beni tekrar ziyaret etmeye başladılar. “Sen neymişsin, atölye reisi, gene çayhane açtı.” diyorlardı.

İşlerim çok iyi gitmeye başladıKuva’da adı duyulan herkes, benim çayhaneme gelerek çay içiyordu. Müşterilerimden çayı esirgemiyorum. Bağlama sanatçıları gelip saz çalıyordu, ses sanatçıları da her gün buradaydı. Şöhretim atölye reisinden az değildi. Bütün tanıdıklarım etrafımdaydı, fakat Hodiç ile Muhsin çayhanemin çevresinden uzak duruyorlar, gözlerini gözlerimden kaçırıyorlardı.

1 Mayıs Atölyesi’nde yeni bir dönem

Galiba ömrüm çaycılıkla geçecek diye düşünüyordum ki, 1952 yılında “1 Mayıs Atölyesi’ne, gene eski dostum Emincan Atacanov reis oldu. “Altının kıymetini ancak sarraf bilir, dedi. Sen atölyenin altınısın, bırak çaycılığı, yürü; beraber çalışalım.” dedi. Atölyenin altını diyerek bana değer vermesi, beni çok sevindirdi. Birlikte çalışmaya razı oldum.

Atölyenin işleri canlanıp, geliri çoğalınca, insanların elindeki para artınca, bu “yağlı yer”in isteklileri de çoğaldı.

Bu arada gene çağırmalar, beni tekrar tekrar, ilçe komitesinde sorguya çekmeler başladı. Emincan Atacanov’un yerine Ferganalı Hocayev göz dikmişti. İlçe komitesi onu başkan değil, birinci yardımcı tayin etti. Hocayev seçimlerde başkan adayı olup, reislik için taraftar toplamaya başladı. Beni de huzuruna çağırıp:
─İlçe komitesine söyle, beni başkan yapsın, Atacanov’u değil, dedi.

Atacanov benim ustam, ben onun yüzüne ayak basmam. Razı olmadım. Sonra o, kötü bir yol tuttu. Koyun kesip, ziyafet hazırlayıp, çalışkan kimseleri, ilçe komitesinin yanında değerli kişileri evine çağırıyordu. Gittik.
Atacanov da kimmiş. Benim başkan olmam gerekli. Eğer beni seçerseniz, hepiniz çok hürmetli ve saygıdeğer bir insan olup, paraya boğulacaksınız, dedi, başını havaya dikerek.

Adamlar biraz sarhoş olunca, herkese söz öğretiyordu. İlçe komitesine gidip, kim, ne diyecek; genel kurulda Atacanov’u kim kötüleyerek konuşacak, Hocayev’i kimler övecekti. Arada sırada laf atacaklar da belirlendi.

Atölyenin ileri gelenleri, onun adaylığına karşıydılar. Özellikle Kamil Usta adında, meşhur çizmeci ve onun gibi eski işçiler benim yanıma gelip, Atacanov’u desteklediler. Ancak namuslu insanların doğru sözlerini hiç kimse dikkate almadı. Hocayevciler bana bakarak  “Elli yıl geçse bile, senin dediklerin olmaz.” dediler.

Haksızlık çok kötü bir şeymiş. Yüreğim yanıyordu. Ömrümde içkiyi ağzıma almayan adamım, ama bir kadeh ağzına kadar dolu rakıyı, gözümü yumup içtim. Başım çarkıfelek gibi dönerek, güç bela evime ulaştım ve kendimi yatağa attım.

Galiba bunalıma girdim, nice günler göğsümü yere vurup yattım, sessiz ve huzursuz geceler geçirdim. Bazı adamların yüzsüzlüğü, çoğunluğun lâkaytlığı, ilçe komitesinin adaletsizliği, bağrımı yaktı.

Tamamen ortalıktan kaybolup hiç görünmediğimden endişelenen dostlarım, atölyenin ileri gelenleri, Kamil Usta, Şerif ve Halmat evime gelip: “Hep böyle yatacak mısın, atölye harap oldu, hadi kalk yerinden!” dediler. Beni zorla dışarı çıkardılar. Atölyeye gelince sinirimden tir tir titredim. Atölyenin harap oluşu, derdimin üstüne dert ekledi. Çalma çırpma, birbirini çekememezlik, bazılarında da lâkaytlık…

Bu neyin alameti?

Canım çıksın, canım çıksın! Başımın belası atölyenin yok olmasına çok az bir zaman kalmıştı.

İnsanların haline bakanın yüreği yerinden kopuyordu. Moral olmayınca iş olur mu? Plan, beceriklilik nerede?

Urgan atölyesindeki eski arkadaşlarıma hal hatır sorunca, başım belaya girdi. Sakatlar beni neredeyse, asaları ile döveceklerdi. Birisi bana “namert!” dedi. Elimi uzatınca, “Ben namert ile konuşmam.” dedi. Niye? Çünkü ben, helallik için savaşmadan, onları bırakıp kaçmışım. Bu söz gene de tatlıymış; başka bir dostum, kamıştan minder dokuduğumuz, atölyeyi birlikte zenginleştirdiğimiz sakat bana “Sen hainsin!” dedi                    
─Ne? Ne?

Böyle günlerde kendimi yatağa, uykuya vermiştim.

Kaçacak yer bulamadım. Benim dayanmam gerekirdi. Dost, acı söyler. Böyle sitemleri işittikten sonra kendimi tutarak:
─ Başka ne yapabilirim, namusumu korumak için ölüme bile razıyım, dedim de kendi ağzımla yakalandım.
─ Öleceksen de bizimle birlikte burada öleceksin, o kadar! dediler.







[1] Özbekçesi burgan. Dallarından süpürge yapılan bitki.
[2] SSCB'nde tarım sektöründe örgütlenen "kolektif tarımla" uğraşan birlikler olarak tanımlanırlar. Rusça’da kolektif ekonomi ya da kooperatif anlamına gelmektedir. Toprağın mülkiyeti devlete ait olmakla beraber, 99 yıllığına sembolik bir rakamla köylüye kiraya verilir. Bunun dışında devlet çiftliklerinden oluşan ve toprağın tamamı doğrudan devlet eliyle işletilen Sovhozlar vardır.
[3] “Doğmamış bebeğe, don biçilmez.” Anlamında bir atasözü.

Beşinci Bölüm
TUĞLA FABRİKASI



“Namussuzluk, ölümden de beter.” derler. Namusumun gücü beni atölyecilerin safına geri getirdi, ama ben yeni işe başlamayı uygun gördüm.
─ İyi bir şey olacaksa, yeni bir şey olsun, dedi Kamil usta.

Kamil Feyziyev tanınmış, itibarlı bir insandı. Onun sözünü Şerif Yakupov da destekledi. Halmat Turdiyev de katıldı. Ondan sonra bakırcı Mehmet Ali: “Tamam, başla İbrahim, her işe hazırız.” dedi. Ama ne yapmam gerektiğini söylemedi. Onun ağzına bakıyorduk.

“Ne yaparsak yapalım, halka yararı olacak işi yapalım.” dedi. Halk, inşaat yapmak için çamurdan başka hiçbir şey bulamıyordu. Şimdi halka ne gereklidir?
─Tuğla!
─Ağaç!

Beşimizin düşüncesi de birdi. Halka ev kurması için, en gerekli yapı malzemelerini üretmeliyiz. Ağacı biz üretemeyiz, onu mahalli imkânları kullanarak bulmak mümkündü. Dal kavaktan sütun ve direk yapılabilir. Ama tuğlayı, herkes çamurdan pişiremez. Tuğla fırını kuru- yoruz. Bir tuğla çok para ediyordu.

At pazarının hemen yakınında, yüksek tepeliğin etrafındaki düz meydanda, sonbahar ve kışın at koşturulurdu. Biz ise, tepede durup seyrederdik. Biz onu seyrederken, başka yerlerden gelen atlılar, tepeliğin killi ve sarı topraklarını, semerlerle bir yerlere götürürlerdi. Niye? Ne için? Ya da onların köylerinde toprak yok mu? Sonradan öğrendiğime göre, bu tepenin toprağından ocak, tandır, hatta seramik yapmak mümkünmüş.                                    

İşte bu yüzden toprağı taşıyorlarmış.

Bu killi topraktan, kaliteli tuğla yapmaya karar verdik. O tepede tuğla tandırı kurmaya, yani mahalli sanayinin birinci tuğla fabrikasını kurmaya başladık. Yer bedava, toprak bol. Böylece sahipsiz, boşa yatan tepeye, tuğla fabrikası kurmaya başladık.

İşimizin bitişinin yaklaştığı bir zamanda, yaşlı bir adam gelerek, hayretle yakasını silkeleyip, yüzünü buruşturup, acıyarak sordu:
─ Hey, gençler, ne yapıyorsunuz?
─ Tuğla fabrikası kuruyoruz. Ucuz ve kaliteli tuğla üreteceğiz. Size de tuğla gerekliyse sıraya girin.

Ben, onun sevinip, aferin size yiğitler, demesini bekliyordum. Çok sinirlendi.
─ Tuğla fabrikası için başka yer yok muydu? diyerek sitem etti.
─ Ne olmuş, burası boş duran bir yer…

O, daha da sinirlenip, bağırmaya başladı.
─ Ayağının altında hangi yüce insanların yattığını biliyor musun?

Dedenin sözlerini dinledik ama itibar etmedik; halka tuğla, bize de fabrika gerekli.

Fabrikanın yapımını bitirdik, güneş tam tepede… Çok kaliteli topraktan yapılan, tuğla tandırında iyice pişen seçme tuğlaları, halkın daha tuğlalar tandırdan çıkar çıkmaz nakit parayla alıp götürdüğü bir zamanda, tepeye akademisyen Yahya Gulamov başkanlığında ilmi bir heyet geldi. Birden, çok sevindik.
─ Tecrübemizi öğrenmek için geldiler, dedik.
─ Kusursuz tuğla ürettiğimizin haberi, akademiye de ulaşmış, dedik.
─ Belki bunlar da, buraya bir şeyler yapmak istiyorlardır.

Nerede! Bu tahminlerimiz tamamen hayalmiş. Yahya Gulamov fabrikamızın, özellikle de biz yerli sanayicilerin, ‘şiddetli düşmanı’ çıktı.
─ Kazmayı bırakın! Kazdığınız toprağı yerli yerine koyun! Tuğla tandırını yıkın! dedi, aka- demisyen Yahya Gulamov.

Saçlarım dimdik oldu! Çok sinirlendiğim için ağzıma geleni söyledim.
─ Akademisyenseniz, bilginiz kendinizedir; bizim ekmeğimizle oynamayın, dedim lafı gediğine koyup.                                                                                                                               

Yahya Gulamov hiç sinirlenmedi, ama sözünde inatla duruyordu.
─ Bu yerde ilmi, arkeolojik kazı başlayacak. Yerin altında büyük bir tarih yatıyor.
─ Bütün eşyalarınızı buradan kaldırın, tam durduğunuz yere yeni bir tuğla tandırı yapacağım! dedim akademisyen Yahya Gulamov’a bağırarak.

Yahya Gulamov çok ağırbaşlı bir adammış

Yahya Gulamov çok ağırbaşlı bir adammış, benimle hiç ağız dalaşı yapmadı, sessizce gitti. Onun sözlerine bakılırsa, benim tuğla tandırımın altında bin yıllık tarih ve bununla beraber bir dünya bilimsel malzeme yatıyormuş. Alimler o paha biçilemeyen zenginliği halka geri verecekmiş. “Uzaktaki darıdan, yakındaki saman iyidir.” derler. O, tarihin toprağını düşünüyorsa, ben bugünün geçimini düşünüyordum. O, benim derdimi anlasa da yardım etmeye yanaşmıyor gibiydi. Ben ise onun yaptığı işlerden, şu anda aç olan ahaliye kaç paralık yardımı var, diye düşünüyordum.

İkimiz arasındaki anlaşmazlık
Taşkent’e kadar gitti

İkimiz arasındaki bu olay ilçeye, oradan şehre, oradan da atlayarak başkentimiz Taşkent’e gitti. İlçedekilere hiç söz hakkı vermedim. Biz buna çok yatırım yaptık, fabrika kuruyoruz, ürünler çıkararak çok para elde ediyoruz, tuğlamızla fakir fukara da ev yapıyor. “Aferin!” diyen ne kadar çok kişi var etrafımızda. Tuğla! Tuğla! Diye sıra bekleyenler o kadar çok ki...

Şehirden gelenlere de hiç söz hakkı vermedim: “Yerli sanayiyi yükseltin, geliştirin dememiş miydiniz, ben de sizin bu kararınızı uyguluyorum.” dedim. Bu arada Taşkent’ten acil bir telgraf aldım. Yerli Sanayi Bakanı sert bir emir veriyordu. Hemen işi durdurmam gerekiyormuş. Boyun eğmedim, itaat etmedim.
─ Gözünü aç! dediler. Sonu kötü olur. Ayak diretme!

“Yatıp kalana kadar, atıp kal.” dedikleri gibi tuğla çıkarmayı, gece gündüz devam ettirdim.

Merkez, Yahya Gulamov’u destekliyordu

Mücadele devam ediyordu. İlçe yönetici- leri, dışarıdan bakınca beni destekliyordu. Şehir Mahalli Sanayi Müdürlüğü çalışanları da benim tarafımdaydı. Ama merkez, çok sert bir şekilde Yahya Gulamov’un dediği gibi olsun, diyordu. Sorunu çözmeye Özbekistan hükümeti mecbur oldu galiba, tepeye Nureddin Ekremoviç Muhiddinov[1] geldi. Yalnız kendi değil, Fergana şehrinin parti komitesinin birinci başkanı Dursun Kamberov’u da birlikte getirmişti.                     

Dursun Kamberov, çok az konuşan, mütevazı bir yöneticiydi. Şehir ahalisinin onu iyi bilişi boşa değildi, belki bunda çalışkanlığı, helalinden kazanması da etkendi. O, dediğini yapmadan bırakmazdı ve başkalarından da helal lokma yemelerini isterdi. Nureddin Ekremoviç Muhiddinov’u da Kuvalılar çok seviyordu. Ben o adamı ilk kez görüyordum, ama o adam hakkında çok iyi sözler işittim. Dedikleri kadar varmış, Muhiddinov daha ilk sohbette bende çok iyi izlenim bıraktı. Ben buna inanmamıştım ama doğru çıktı. Kötü biri olsaydı, niyeti de kötü olsaydı, kendisi ile birlikte Dursun Kamberov’u da yanına alıp gelir miydi? Aksine, beraberinde polisi ve savcıyı getirirdi. Böyle yapmadıklarından anladım ki, bu adamların bana bir kastı yok, ama bizi tepede bırakmak da istemiyorlar. Ben de bir rica edeyim, şansımı deneyeyim, yalvarayım, belki de Allah “Al kulum!” der.
─ İzin verseniz…
Yüzüme gülümseyerek baktı.
─ Halka hizmet etme niyeti, iyi bir niyettir. Tuğla üretimi için yaptığınız hareket, çok makul bir hareket, ama seçtiğiniz yer yanlış bir yer, dedi. Kusura bakmayın, fabrikanızı başka bir yere taşıyacağız.

Tuğla tandırınızı yeni bir yere taşıyacağız

Yardım bekleyerek Dursun ağabeye baktım. Dursun Kamberov bana yardım etmek istese bile tarihi eserler tepesinin çeşitli inşaatlara mekân olmasını istemedi galiba. Sert bir ses tonuyla dedi ki:
─ Buradan ümidinizi kesin birader. Sizin göreceğiniz zararı hükümet, kendi üstüne aldı.   Öyle değil mi Nureddin Ekremoviç?
─ Tuğla tandırınızı yeni bir yere taşıyacağız. Yetişmeyen eşyalar, söylediğiniz yerde belirlediğiniz zamanda elinize geçecek.

Ne hasretle, ne zorlukla kurduğumuz fabrikamızı kendi elimizle bozmak, bizim için çok zor bir oldu. Kendi bağrımı tırnaklar gibi fabrikayı taşıdım.
O tuğlaları bulacaksınız

Bunun üstüne bir de bu harabeyi eski haline getireceksiniz dediler, onu da yaptık. Tandır yerini kazarken, eski tuğla kırıkları çıkmıştı, biz onları da kullanmıştık. Yahya Gulamov “O tuğlaları bulacaksınız.” diye ayak diretti.                                                                           
─ Tarihi kırmışsın, dedi o bana. Kaybet-   tiklerinin hesabını vereceksin ama sakladıklarını hemen bul!

Salihcan Maksum adında bilgili bir delikanlı, o tepeye komşu olarak yaşıyordu. Maksum, çok bilgin birisiydi. Bazı şeyleri anladığından mı, tandır yerini kazarken bulunan tarihi tuğlalardan bir kısmını evine götürmüşken, onları geri getirdi, biz de onları verdik. Yahya Gulamov ona çok teşekkür etti ve kendi ekibine yardımcı olarak aldı.
─ Bizimle birlikte Kuva tarihini yeniden kuracaksınız! dedi, ona akademisyen Yahya Gulamov.




[1] Özbekistan’ın eski cumhurbaşkanı.
Altıncı Bölüm
KONSERVE FABRİKASI



Kuva tarihini yeniden kurmasak bile, köhne tepeliği arkeologlar için sakladık, onu harap etmeyi durdurduk. Bizim için ne kadar zor ve pahalı olsa da, tepelikteki bol para kazandığımız işyerimizi, Galahırman’a taşıdık.

Tarihi tepeyi, bilim adamlarına bırakmakla iyi bir iş yaptık galiba, akademisyen Yahya Gulamov’un ilmi ekibi hızlıca işe girişti. Söylediklerine göre biz vahşilerce harap edilen tepenin altında, bir dünya tarih yatıyormuş. Yeraltındaki eserlerin bulunduğu söylenmeye başlandı. Kulağımıza gelenlere göre, yeraltından çıkan çok eski toprak eşyalar, paralar, takılar buranın çok eski tarihinden haber veriyordu.

Kuva, Semerkant ve Buhara’dan da çok eski bir şehir olabilir.” diye tahminlere başladılar. Yahya Gulamov böyle demiş ve bu gerçeği ispatlamak için ciddi bir şekilde işe girişmiş.

Bin kez yazıklar olsun ki, iyi niyetle başla- nan iş bir anda durdu. Sebebini bilemedik ama söylentilere bakılırsa, durdurulmuş. Önce Semerkant’ın 2500. yıl kutlamaları yapılacakmış, sonra Kuva kazısı devam edecekmiş.

Kasap et derdinde, koyun can derdinde.” dedikleri gibi tepedeki tuğla fabrikasının kuruluşu durduktan sonra, “fabrikacılar” gene bizi rahat bırakmayacak, böyle toprak boş yatar mı, hadi biz tuğla çıkaralım, kiremit yapalım, demeye başladılar.                           
─ Konserve fabrikası kuralım! dedim. Meyve yeterli hem de ucuz, çok da yararlı.
─ Uygundur, dedi dostlarım bir ağızdan, beni destekleyerek.

Konserve fabrikasını bitirip, köylerden meyve satın almaya başladık. İşlerimiz çok iyi gidiyordu. Hatta nar şerbeti üretimini yoluna koyduk. Kârımız kendiliğinden akmaya başladı. Ünümüz artarken, elimiz güçlenmeye başladı.

İşin yolunda gidişinin ya da berbat oluşunun, üstündeki yöneticiye bağlı olduğunu Musacan Şerbetoyev misalinde yakinen gördüm.

1960 yılının başında Musacan ŞerbetoyevKuva ilçesi Fakirler Komitesinin birinci kâtibi, yani ilçenin baş yöneticisi olarak seçildi. Önce, onu tanımayanlar dikkate almadılar. “Öylesine, sıradan mahalli bir yönetici seçtiler.” dediler. Böyle düşünmelerinin de temeli vardı. Musacan, çok yakın bir zamana kadar sıradan bir çiftçi, sonra çiftçilerin başı, sonra da kolhozun kâtibi oldu. O dönemlerde onu hiç kimse tanımıyordu. Kolhoz parti teşkilatına kâtip olunca, adı duyulmaya başlandı. Çok kısa bir süre sonra onu, “Komünizm” kolhozuna başkan seçtiler. Bundan sonra reis Şerbetoyev’in adı meşhur oldu. Kolhozun adı Kızıl tahta adında köylüler için çıkan gazetede yayınlandı.

O sıralarda işte piştiğinden mi, ileri görüşlü bir insan olduğundan mı, kısa zamanda ilçeyi ele geçirdi. Viraneleri onararak işe başladı. Bilindiği üzere, Kuva çok eski bir şehirdir. Bir zamanlar Kuva’ya “Kaykubba” derlermiş. Bizim tuğla fabrikası kurduğumuz tepelik, padişahın karargâhıymış. Babür Şah da bu tepede hakimlik yapmış. Benim o tarihten fazla haberim yok, ama Kuva şehrinin yakın tarihini az da olsa biliyorum. Kuva, yağ fabrikası, un fabrikası ve başka iş yerlerine sahip olup, merkezi birkaç kilometre mesafede olan, üzeri çadırlarla kaplı tezgâhlara sahipti. Pazar günleri, çeşitli şehirlerden gelen tacirler, un tüccarları, kumaşçılar, at satıcıları Kuva’yı doldurup, alış veriş yaparlar ve buradan mal yükleyip, Şehrihanu ve Andican’a giderlerdi.

Benim çocukluk çağlarımda burayı viran ettiler, dışarıdan gelen düşman, eşkıya değil; kendi insanlarımız, hemşerilerimiz, Asakalılar bozdular.                                                 

Kuva ile Asaka birleşip Lenin ilçesini oluşturduğu zaman, yönetime hep Asakalılar oturdu. Onlar kıt beyinli insanlardı. Asaka’yı şehir yapacağız diye, yeniden Asaka’yı kurmadılar, Kuva’yı viran ederek Asaka’yı şehir yaptılar. Önce yağ fabrikasını bozup, aletlerini Asaka’ya taşıdılar, sonra nerede güzel bir yapı varsa, “zenginlerinki” diyerek yıkıp, ağaçlarını Asaka şehrini süslemeye götürdüler, Kuva’da Asya’ya has güzel eserlerden, çadırlar kaldı sonunda.
Kuva’yı yeniden şehir yapacağız, dedi Şerbetoyev.

Bu niyet çoğunluğun dileğiydi. Tamam! dedik ve Şerbetoyev’in emrine girdik. Teşkilatçı bir adam yoğu var eder. Kuva’da un fabrikasının kuruluşu, yoktan var kılınmış gibi bir iş oldu. Şerbetoyev sağa sola koşturmasa nasıl olabilirdi? Ya da mobilya fabrikasını ele alalım. Kuva’ya, Şeref Reşidov[1] gelmişti. Şerbetoyev’e ise can geldi. Sanki Hızır’la karşılaşmış gibi oldu. Önceden planladığı yere Reşidov’u götürerek:
─ Buraya mobilya atölyesi kuracağız, ilk tuğlayı siz kendi elinizle koyun, dedi.
İlk tuğlayı Şeref Ağabey bizzat kendisi koydu, bundan sonra bu işlerimiz durursa olmaz diyen bir anlayışla işe girişildi. Netice öyle oldu ki, atölyenin kurulmasını istemeyenler bile, onu plana sokmayan bakanlıklar bile biz gittiğimizde “yok”u, “var” kıldılar. Reşidov’un adının geçtiği yerde durum hep böyle olurdu.

Şerbetoyev’in böyle bir üslubu vardı. Herhangi bir plan yapmak istediğinde, cumhuriyetin önde gelenlerinin dikkatini oraya çekerdi. Neticede bu inşaatlar baş yöneticilerin nezaretine kolayca girerdi. Baş yöneticilerin nezaretine girdikten sonra, Devlet Planlama Dairesi ile bakanlıklara hiç rahat vermezdi. Böyle yollarla Kuva yeniden şehir olmaya başladı.

1 Mayıs Atölyesi’nde başkanlık

Organize işlerde öyle böyle, başarıya eriştik, adımız meşhur olunca da, elimizi daha uzaklara uzatmak istedik. O dönemlerde beni tekrar “1 Mayıs” atölyesine başkan seçtiler.
─ Japonya ile ekonomik ilişkiler kuracağız, ne dersiniz? diyerek, dostlarıma danıştım.
─ Asılacaksan da, Yüksek darağacında asıl, dedikleri gibi, makul diyerek beni desteklediler.                                                                                                                     



Japonya’dan Gelen Dokuma Makineleri


Binlerce kez oraya buraya koşturup, Moskova ve Taşkent’e yüzlerce kez gidip, Japonya’dan entari, atlas ve başka kumaşlar dokuyan elli çağdaş makine satın aldık. Fabrikanın çevresine duvar örmeden önce kumaş üretimine başladık. Kuva’daki eski kumaş üreticileri, ağaç tezgâhlarda entari dokuyan ustalar, Japon tezgâhlarını hemen öğrendiler.

İpeğin, atlasın, entarinin elden ele dolaştığı çok para kazandığımız bir dönemde:
─ Durdur bu işe yaramaz aletlerini, kaldır tezgâhlarını! dediler. Japonya ile ilişkiye kim izin verdi? Yabancı tezgâhta atlas sanayisini kurmaya ne hakkın var?

Bu baskılar ve zorluklar yüzünden ipin ucunu iyice kaçırdım. İnsanların yüzsüzleştiğini, işte o zaman gördüm. Fergana şehrinin Yerel Sanayi Müdürlüğü’ne, Ermeni İleşhanov başkanlık yapıyordu. İşimin teftişte olduğunu işitince, biraz geri çekilip bana ters davrandı. Japonya ile kendi kendime ilişki kurmuşum.

İpin ucunu kaçırıp, gerçeği yalan yaparak, pireyi deve yaparak, iki ayağımı kıl köprüde yürüttüler, küçük bir esintide cehenneme düşüşüm laf bile değil.
Gene teftişler başladı
─ Saray gibi evi kimin parasıyla yaptın?
─ Ağacı, tahtayı, tuğla ve çimentoyu nereden buldun?
─ Bu kadar parayı nereden buldun?





[1] Özbekistan eski cumhurbaşkanı.


Yedinci Bölüm
YENİ EV ve SÜRPRİZLER



Para bulup rahat bulamadıktan sonra, bütün her şey zehir, her yer karanlık oluyordu.

Bir kuruşa muhtaç olup dolaştığım günleri de unutmuştum. İşlerim kendiliğinden yürümeye başladıktan sonra, para bulmam da kolaylaştı, harcamalarımdan artanı biriktiriyordum, birikintilerim de bayağı bir sermaye olmuştu. İlçe yönetiminde başkan olduktan sonra, kendimi daha da toparladım. Ünüm arttıkça, çevremde “aferin sana!” diyenler de, yol gösterenler de çoğaldı.
─ Oturduğun ev işe yaramaz, kendine ev yap, ev yapan başkanlardan neyin eksik! diye kızıyorlardı.

Gerçekten de evim oldukça haraptı. Babamdan kalan evleri yıkarak ağacını satıp parasını yediğimi yukarıda üzülerek anlatmıştım. Çoluk çocuğum ile dört duvar içinde harap yaşıyordum. Yönetici olup göze göründükten sonra gelen giden çok oluyordu. Şehirden de gelseler, vilayetten de gelseler evine çağırıp, pilav pişirip, çay koymazsan kesinlikle olmaz. Harap evde oturup misafir ağırlasam, bana kızarlar:
─ Cebinde akrep mi var? O kadar parayı nereye koyuyorsun, ev yapsan olmaz mı?
─ Olur. Gücüm yeter.
─ Her şey senin elinde, nereye bakıyorsun?
─ İzin mi?
─ İzin beklersen devenin kuyruğu yere değince alırsın.

Olsun dedim, babamdan kalan avluya, eski evi yıkıp, üç odalı, önünde eyvanı olan ev yapmaya giriştim. “Kazak zengin olunca hatun alır, Özbek zengin olunca ev yapar.      dedikleri gibi, o zamanlarda sadece ilçemizde değil bütün şehirde, hatta Özbekistan’ın her yerinde ekonomik durum iyileştiği için herkes ev bark yapıyordu. Kolhoz ve sovhozlar da birbirleriyle yarışarak, görkemli saraylar dikmeye başlamışlardı. Yapı malzemelerinin az oluşu hiç kimseyi engelleyemedi. Rusya ile alış veriş oldukça ilerledi. Meyve gönderiyoruz; ağaç, tahta, yapı malzemeleri getiriyoruz. Üstelik yapı malzemelerine talepte de azalma yok. Devlet Planlama Dairesi’nin planladığı her şey tam zamanında gelerek, Fedçenko İstasyonu’nda mallar indiriliyor.

İşte o zenginliğin tepesinde kendim duru- yorum. Subaşında durup, su dağıtan kimsenin susuzluktan öldüğünü kim işitmiş ki? Hiç kimse. Demek ki ben de el âlemle beraber ağaç tahta alsam, alabilirim. Tabi ki bedavaya değil, kendi paramla. Elbette iyisini seçerek aldım. Ama hepsini kanuni olarak, hesap kitap ile evraklarını düzenleyerek aldım. Evi yapan ustalar da esasen kendi hemşerimiz olsalar bile, iş hakkını kanuni olarak kuruşuna kadar muhasebeciden alarak verdim. Bir gün kesin iftira atacaklarını biliyordum. Sonunda ev bitti. İyice boyadım, duvarları yeşil renge, kapı ve pencereleri ise süt gibi beyaza, gören beğeniyordu.                                                                                                                                                                              

Çoktan beri sokağımızda böyle evler vardı.

“Bana şimdi kaç kişi gelirse gelsin, artık evimden utanacak yerim yok.” deyip kendi kendime övündüm. Akrabalar gelip gidip evi kutladılar. Gıpta edenler samimi olarak tebrik ettiler. Onların çoğu binayı dikerken imeceye gelip, yardım edip, sıkıntı çeken insanlardı. Onlara kara koyun kesip, ziyafet verdim.

Maalesef hasetçiler de varmış. Onlar ziyafetimi yediler, tuzumu yediler, ama yedikleri kaba tükürdüler.
─ Kerimov devletin cebine elini sokmasaydı böyle köşkler nereden gelirdi? Yapı malzemelerinin kısıtlı olduğu bir dönemde, bu ağaçları ve tahtaları nereden aldı? Hırsızlık değil mi?
─ Japonya ile ilişki kurması boşuna değilmiş!
Ev bark macerasına, Japonya’dan alınan dokuma tezgâhlarının kavgaları da eklendi. Sanayi malları dükkânındaki suçum da bu işe eklendi!

Yeniden mahkemelerde

Bu arada beni Taşkent’e çağırdılar. Cumhuriyetin Sanayi Bakanlığının başında Karabaş duruyordu. Beni işten atarak kurtulmak istediler. Ben de boş gelmedim. “Tövbe ettim!” deseydim iş tamamdı. Ama ben iftirayı kabullenmedim. İftirayı kabul etmek ölümden beter!
─ Güzellikle ayrıl, dedi Sadıkov ismindeki adam. Dilekçe verirseniz, kapalı kazan gene kapalı kalır, anladın mı?!
─ Gerçek ne ise onu yapın, her şey ortaya çıkacaktır.
─ Savcı ile konuşmayı ister misin?
Sandalyeyi sert bir biçimde çekip oturdu, “sen[1]”li konuşmaya başladı Sadıkov.

Kuva’da zorluklar içinde kurulan ipek fabrikası ile atlas fabrikasının, dedikoducu, iftiracı ve haset insanların yalanları ile yok olup gitmesini hiç istemiyordum.

Savcıyı kanun koruyucusu olarak biliyordum. Razı oldum. Ama beni yenildi diye düşündüler galiba, “Hemen Kuva’daki ipek fabrikasını ve atlas fabrikasını durdurun, Japonya’dan alınıp gelinen dokuma tezgâhları yerinden sökülüp, yarısını Buhara’ya yarısını ise Nemengan’a gönderin.” diye emir verdiler. Şehirdeki yöneticimiz Tereşhanov da, Barabaş’ın dediği dedik, diye kalın kaşlarını çatıp, kocaman gözlerini kısıp duruyordu.

Ne zorluklarla getirip, ne amaçlarla Kuva’ya kurduğumuz modern tezgâhları, dişimizi çeker gibi yerinden koparıp, bağrımızdan yolarak almış gibi, her tarafa götürdüler. Zaman güçlülerinmiş, çaremiz nerede?

Kötü niyetli adamlar, amacına ulaştılar, Kuva’yı atlas ve ipekten mahrum bıraktıktan, beni de kötü bir adla perişan ettikten sonra durulurlar demiştim, nerde! O, işin helvasıymış; tuzu, biberi sonradan çıktı.

İş”imi ilçe savcısına bile değil, şehir savcısına çıkardılar. Önce, öylemesine arada bir sorguya çekildim. Her gün çeşitli oyunlar çıkardılar. Ancak hiçbirini ispatlayıp, boynuma asamadılar. Atölye işçileri, ilçe yönetiminin adamları, bana minnettar olan ahali benim tarafımdaydı, bir avuç dedikoducunun sesi ise hiçbir yere ulaşamadı. Savcının her bir sorusuna, net cevap veriyorum, hem sözlü hem de deliller ile. Bu meselelerde kendi işimde tanınmış olmam fayda verdi. Günahsız olduğum gayet açıktı. Ama “ak”a  “ak” demek için, onların boyunları eğilmezdi.
─ Şimdi seni cumhuriyetin savcısı sorgulayacak, dedi şehir savcısı.

Sorgulamalardan yorulsam bile soruları cevaplamaya erinmedim. Doğrusunu söylemek gerekirse, sorulara cevap verme sanatını iyice öğrendim; sorulara kısa, net ve kesin cevap veriyorum, hemen delilleri eline tutuşturuyorum. Ona verdiğim evrakların bir nüshasına imza attırıp kendime saklamayı da unutmuyorum.

Hapishane gibi bir yerde sorguya çektiler

İyi ki beni uzaklara götürmediler. Kuva’da ama hapishane gibi küçük bir yerde sorguya çektiler. Şahitlerin birçoğu burada, üstelik onların birçoğu uzağa gidemeyecek sakat ve aciz kişilerdi. Sorgu yeri kendi evimden beş yüz metre ötedeydi.

Cinayet”imle! hiç alakası olmasa bile, eşim benden çok azap çekti. Güya ben değil; o, sorguya çekiliyordu. Bütün geceleri, uyumadan, evraklarımı arayıp, bulup, onları düzenleyip, ertesi gün bana sorulma ihtimali olan sorulara cevap aramakla geçerdi. Sabah olunca gene evin işleri ile uğraşır, çok sevdiğim yemekleri ve kahvaltıyı hazırlardı.                              

Kahvaltı esnasında da Tursunçahan’ım, yüzüme uzun uzun bakardı. Yüreği sıkılıp, boğazından hiç lokma geçmese bile, bana acıyıp, “Zavallı, çok zayıfladı!” derdi. Bazen de bana hissettirmeden hıçkıra hıçkıra ağlardı. Ama içinin daraldığını bana hiç belli etmezdi. O, öyle bir kadındı ki, evin içindeki hiçbir sırrı hayatta dışarı çıkarmazdı ve hiçbir konuda kimseye sızlandığını hiç işitmedim. Fakirlik ve yokluk yıllarımızda nasıl tutumluysa, bolluk ve zenginlik günlerimizde de öyle davranmaya devam ediyordu. Tursunçahan sayesinde işsiz ve parasız sorgulara gidip geldiğim günlerde evimizden bereket, soframızdan sıcak ekmek eksik olmadı. Eğer evimizde herhangi bir şey eksik olsa, hiç şikâyet etmez aksine şükrederdi. Şükretmeyi çocuklara da öğretti. Bunun için çocuklarım itikatlı, düzenli, dayanaklı; bununla birlikte çalışkan, tedbirli olarak büyüdüler.

Büyük oğlum benim izimde yürüyüp, beni takip ederek büyüdü. Hâlâ genç olsa bile ak ile karayı ayırt edebilecek duruma geldi. Bundan dolayı ben ona, filan işi nasıl yapsak diye danışırdım. Oğlum da bu durumdan memnun olup, kendine güveni artarak, bildiği kadar cevaplardı. Cevabı doğru da olsa, yanlış da olsa, ona “aferin oğlum!” diyerek onu gayretlendirirdim.

Urgan atölyesinde başkanlık

Bir kış günüydü. O kış, çok kar yağmıştı. Evimiz yeni olduğu için sobamız yoktu, mangal başında oturup ısınıyorduk. Mangalı yakıp, baba oğul karşılıklı otururken, âmâlardan ve sakatlardan bir gurup geldi, mangal başına oturmadan konuşmaya başladılar.
─ Mangalda belini ısıtıp hep yatacak mısın, artık işe başla!
─ Gene urgan dokumaya mı?
─ Yok, başkanlık etmeye.
─ Haberin yok mu, dün sen yokken seni başkan seçtik, dediler.
─ Biraz düşüneyim, zaman verin, dedim, razı olmadılar.
─ Düşünmeye vakit yok, kalk yerinden, önümüze düş!

Ben düşünürken büyük oğlum giysilerimi getirip beni giydirdi. Ayağım geri giderek, yola düştüm. Sorgulamalar bitti ama Japonya tezgâhları işi daha bitmemişti…       

Teftişler döneminde, karman çorman zamanlarda, sakatların atölyesinin işleri de ters gitmişti; işyerinin geliri kaybolup, insanlar maaşsız kalmışlardı. Benim sakatlar atölyesine başkan olarak geri dönmemden büyük ümitleri olan kişiler, beni destekleyerek, “Buyur, her işe hazırız!” diyerek, yönetimi bana bıraktılar.

Umutlarım çok büyük ama omzumdaki “Japonya tezgâhları yükü!” benim adım atmama yol vermiyordu. Namussuzluk, ölümden beterdir, başkanlığa tamam dedin mi artık arabayı çek şimdi diyor gönlüm.

Bozuk arabayı çekmek kolay değildir. Bütün sakatlar atölyesinden, varı yoğu bir tek tezgâh kalmıştı, ismi de cismi de kalmamıştı. Onu yeniden ayağa kaldırmak için Taşkent’e, Sosyal Güvenlik Bakanlığına gittim. Vesile Sadıkova bakandı, “İyi insan, sadakası olarak verse” razıydım. Sözümü dinleyerek Hızır’ın “Al kulum!” demesi gibi büyüklük yaptı ve hemen, “Kuva’da sakatlar atölyesi yeniden kurulsun.” diye emir verdi. Sevincim içime sığmadan Kuva’ya gelip, yoktan var etmeye çalıştığım o çok hareketli günlerin birinde, gene terslikler başladı.

İzin bile almadan evimize polisler girdi

Evimde akşamüstü, ertesi günün işlerini planlarken mangalda oturuyordum, Eşim de ocak başında pilavı tabaklara dolduruyordu, çocuklarım ellerini yıkamış, “yağlı pilav” yemeye hazırlanıyorduk ki; kapıya bile vurmadan, izin bile almadan, evimize polisler girdi:
─ Önümüze düşün, sizi savcı çağırıyor, dediler soğuk bir ses tonuyla.

Pilav tabakta kaldı. Ellerini yıkayan çocukların suratları, dondu kaldı…



[1] “Sen” diyerek konuşma saygısızlık ve küçümseme anlamı taşıyor. “Siz” ise saygı ve değer verme anlamı taşır.

Sekizinci Bölüm
DERİN SORGU



─ 1917[1] yılına kadar ne ile uğraşıyordun?
─ Devrimden on yıl sonra doğdum.
─ Dış güçlerle birlikte oldun mu?
─ Troçkistler[2]’e katıldın mı?
─ Faşistlerin ele geçirdiği yerlerde yaşadın mı?
─ Karşı devrimci milletlerin teşkilatlarında bulundun mu?

Tahminen onun gibi bir sürü Rusça soruya, Rusça’yı bildiğim kadar cevap verdikten sonra, Taşkent’ten gelen sorgu uzmanının      –askeri unvanını bilmediğim– siyah ceket, sarı gömlek giyip, siyah kravat takan; saçı boksör gibi kesilmiş, orta boylu, iri yapılı delikanlı gözlerini gözlerime baykuş gibi dikip, dedi ki:
─ Gerçeği söylersen kurtulup gidersin, yalan söylersen hapishaneye koyarım.
─ Anamdan doğduğumdan beri yalan konuştuğum yoktur, neyi konuşayım?
─ Sen çok şey konuşacağa benziyorsun, dillerin böyle tane tane konuşuyor, göreceğiz bakalım.

Baktı ki, tehdit ile iş yürümüyor, taktik değiştirip bana “siz” demeye başladı.
─ Japonya’dan getirilen tezgâhlar hakkında neler biliyorsunuz?
─  Bu iş kaç kez elekten geçti, savcının beraat kararı da var. İsterseniz bir kopyasını da getirip vereyim. O, yine eski giysisini giyip, “sen” demeye başladı.
─ Oğlum getirip verse olur mu?
─ Buraya hiç kimse giremez.
─ Ben hapishanede miyim?
─ Hayır sorgudasın.
─ Sorguya çekilen kişinin kendi kendisini koruması gereklidir. Beni koruyacak olan şey ise evraklarımdır, diyerek oldukça sert çıktım, evraklarımı görmezseniz size cevap vermem!

Sorgu uzmanı anladı ki, karşısındaki adam ince kabuklu badem değil, taş kabuklu badem gibi sert[3]. Sorguya gire gire kanunları iyi bil- diğimi öğrendi.
─ Bütün evraklardan haberim var, dedi ve gene “siz” diyerek konuşmaya başladı, sorgunun sizinle ilgisi yok. Adalete, sizin yardımınız gerek.
─ Sizin ajanınız değilim ki!
─ Samimi yardımınız gerekli.
─ Siz sorun, doğrusu neyse söylerim.
─ Japonya’dan elli tane makine alıp gelmişsiniz, doğru mu?
─ Doğru.
─ Bunun için Mahalli Sanayi Bakanlığı’nda çalışan Arifov’a on bin som rüşvet verdiğinizi söyleyin!
─ Ne! Ne!
─ On bin somu sayarak verdiğiniz doğru değil mi?
─ Doğruluğunu biliyorsanız niye bana, boşu boşuna sorup duruyorsunuz?
─ Kendi ağzınızla cevap veriniz!                                                                         
─ Zorluklardan, hapisten, ölümden haberim var ama bu işten haberim yok!

O, öyle dedi, ben böyle dedim, bu iş gece yarısına kadar devam etti. Hiçbir şeyde anlaşamadık. Çünkü ben kimseye iftira atmadım, sorgu uzmanı da beni yalancı şahitliğe ikna edemedi.
─ Sorgumuz Taşkent’te devam edecek, dedi sohbetin sonunda sorgu uzmanı.

Sabaha yakın evime geldiğimde, eşim arpa unundan yapılan hamur gibi köpürmüş oturu- yordu. Çocuklarım giyinip, giysilerini bohçalara koyup, azık heybesini de hazırlayıp bekliyorlardı.
─ Çok şükür! dedi eşim.
─ Çok şükür! dediler çocuklarım da.

Sorgunun devamının Taşkent’te olacağı hakkında hiçbir şey söylemedim, çünkü sorgu verdiğimi anlatırsam her cezaya layığım diye bana imza attırdılar.

Hapsederlerse bile bir şekilde Taşkent’te daha kötü bir durumda hapsederler, diye düşünüyordum. Gözüme birden bire demir pencereler, kapkaranlık ve nemli hücreler göründü. Böğrüme tabanca dayayıp, oradan oraya sürükleyen bekçiler, yanında hırıldayan korkunç köpekler göründü gözüme. Önce yüreğim daraldı. Kendimi sakinleştirdim. “Alnına yazılan neyse görürsün” diyerek kendimi hapishaneye hazırladım.

Zaruri ve acil işler olduğu için uzak ve yakın akrabalar, eş dost ile çoktandır görüşememiştim, hepsini bir baştan ziyarete başladım. Kâh orada yatıya kaldım, kâh bir bardak çaydan sonra “Allaha ısmarladık” diyerek gene başka birisine doğru yola çıktım. Çoğu bu ziyaretten çok memnun oldu, “Nereden bu güneş doğdu?” diyorlardı, bazıları şaşırarak, “Hangi rüzgâr attı seni?”…

Onların gönüllerine neler gelirse gelsin, ben gönül almaya çalışıyordum. Hayalimde çok kötü dertler de yok değil. Nereye gidersem gideyim, kiminle sohbet edersem edeyim, çok güzel sofralar etrafında ziyafete de otursam bile, hayalimde hep hapishane… Elimdeki her bir bardak çayın üstünde de hapishane, nemli bir hücre, hırıldayan köpekler görünüyordu. Ama hiç kimseye sezdirmiyordum. Birileri şüphelendiğinde ya da öylesine sorduğu zaman, şu anda tatilde olduğumu, zamanımı sevdiklerimin sohbetiyle geçirdiğimi söylüyordum.

İki gözüm sokakta, iki kulağım telefonda… İşte şimdi beni çağıracaklar diye sefer hazırlıklarını yapıp, eşyaları hazırlayıp, pamuklu mont, pamuklu pantolon, kalın keçeli deri çizmemi giyip bekliyordum. Başıma, kulaklarımı örten şapka; elime, sıcak tutan eldiven hazırladım. Şapka askıda, eldivenim rafta, gözüm sokak kapısında… Sibirya’ya yollarlarsa, sürgüne giden Kuvalılar gibi soğuktan donarak ölmek istemiyorum.

Taşkent’te Sorgu

Hatırımda, ay battıktan sonra, avlumuz simsiyah perde gibi durduğu an, duvardaki saat tam on ikiyi gösterdiği anda, onun altında duran takvimden 23 Aralık sayfası yırtıldıktan sonra “gelir misiniz?” diye haber geldi. Apar topar se- fer giysilerimi giydim, ekmek, tuz, peksimet ve çörekle dolu sırt çantamı omzuma alıp, Taşkent’e doğru yola çıktım.

Neden Taşkent’e gittiğimi evdekilere bil- dirmedim, ama onlar her şeyi seziyorlardı, ağlamasalar bile ağlamaktan beter bir halde beni seyrediyorlardı. Eşim kıbleye bakarak, “Seferiniz hayırlı olsun!” diye dua etti.

Trene bindiğimi biliyorum, trenden indiğimi biliyorum, ama yolda neler olduğunu hatırla- mıyorum. Yol boyu hayal kurdum. Doğduğum günden bugüne kadar gördüğüm geçirdiğim olayların karmaşasında boğulmuştum. Sanki başı ve sonu olmayan bir rüya görüyorum. Hayalen yaptıklarımı, zerre kadar mutluluğum ya da zerre kadar hatalarım, hepsi hepsi… Sorarlarsa hepsini anlatmak gerekli.

Sorgu idaresinde beni hiç tanımadığım bir kişi karşıladı. Kuva’da beni sorgulayan Metryakov uzaktan bir ara göründü, sonra kayboldu.

Askeriyenin koğuşları gibi korkutucu odaya benzeyen oldukça soğuk bir odaya soktular. Sessizlikten sinek uçsa sesi duyulur. Kendi kendime, içimden konuşuyordum. Beni, sanki içimde konuştuklarımı, gözün görmediği bir röntgenle okuyup, bir diske yazıyorlarmış gibi, bir vehim bastı. Korkudan hayal kurmayı da bıraktım. O anda tesadüfen bir kişi ortaya çıktı.
─ Bir saat zamanın var, sokakta yemeğini ye, öyle gel dedi, soğuk bir ses tonuyla.

Avazov sokağına çıkıp, başım beni nereye götürdüyse oraya yürüdüm. İştah nerede? Taşkent restoranına gelince gene arkama döndüm. Zamanım vardı. Sokağı dolaşıp, pamuk tomurcuğuna benzer şekilde yapılan fıskiyenin etrafını gezdim. Gökyüzünde güneş olmasa bile, yanımda bir gölge vardı. Fıskiyenin mermer süpürgeliğine oturdum. Kulağıma karmakarışık sesler geliyordu. Zorla bir saati geçirip gene oraya döndüm.

İçeriye aldılar.
─ Soyadım MaçalovMagadanlıyım, dedi beni kendi odasında bekleyen zayıf, beyaz sarı adam.
─ İbrahim Kerimov’um.
─ Sizi iyi tanıyorum. Oturun. Niye yemek yemediniz? Bir saatlik süre az mı geldi?

Şaşırdım kaldım. Demek beni izlemişler.

Masada sofra açılmış, üstündeki örtü alınmış, beni çaya davet etti. Meyveler, tatlılar, pamuk desenli çaydanlık, iki de çay bardağı… Çayı Magadanlı Maçalov’un bizzat kendisi doldurdu. Oradan buradan konuşup, oturduk. Hâlâ sorgudan haber yok. O benim ağzımı mı bekliyor, yoksa neden “iş”ten laf açmıyor, ben ise ne zaman sorguya çekecek, nereden başlayacak, diye oturuyordum. Kimin sinirleri daha dayanıklıdır, sınav devam ediyordu. Bir saatlik sinir sınavından sonra Maçalov işe başladı.
─ Kasaya on bin som ödeyin ve çıkın.
Şaşırdım.
─ Neden on bin som? Niçin ödeyeceğim?
─Rüşvet parası! Yakamı tuttum. Metriyakov’a söylediklerimi tekrarladım.
─ Ölümden haberim var, bu işten haberim yok.

Mahalli Sanayi Bakanlığı çalışanı Arifov’a on bin som rüşvet vermişim, gene ona vermek için on bin som biriktirmişim. O parayı kasaya verirsem kurtulup gidermişim. Yoksa yüzlerce, binlerce mahpuslar gibi hapishanede çürür gidermişim. Maçalov’un baskısından sonra benim cinlerim tepeme çıktı.
─ İftira! diyerek birdenbire bağırdım.

Beni koridora çıkardılar.

Koridorda kaskatı bir durumda bekliyorum. Birden, itiş kakış oldu. Baktım, Arifov’u hayvan gibi iterek önümden geçiyorlar. Arifov yere bakarak gidiyordu. O bana hiç bakmadı. Ben ona acısam da, onun tarafında olsam da, hiçbir şey söyleyemedim. Bundan sonra beni İslam Ekremov adlı birisinin işine de bulaştırmak istediler. İslam EkremovKuva’nın mahalli sanayisinin gelişiminde çok hizmetleri olan bir önderdi.  Nar şerbeti fabrikasının kuruluşunda bizden hiçbir şey esirgemedi, dikim fabrikasını kurarken de şahsen ilgilendi. Konserve fabrikasını kurarken de meseleye devlet ve halk menfaati noktasından baktı. O her işte Kuva yöneticisi Şerbotayev’i destekleyen birisiydi. Onun namuslu ve temiz insanlığını hiç kimse inkâr edemezdi. Bu duruma bakmadan onu da rüşvetçilikle suçlamak istediler. Ona da rüşvet vermişiz. Sonradan hak yerini buldu ama iyi bir insan iftira kurbanı olarak aramızdan zamansız gitti. Toplumumuz çok iyi bir teşkilatçı sanayiciden ayrıldı.

Çok insanın arkasından gittiği için ilim sahibi, yetenekli ve vatansever Özbek aydınlarını öldürerek bitiremediler. Birinin yerini gene başka birisi doldurdu. Atın izinden taylar yürümeye başladı. İlçe yönetimi yeni hamlelere giriştikçe, yeni yeni bilinmezlikler ortaya çıkıp, yeni zorluklar çıkmaya başladı.







[1] 1917 devrimi ya da Ekim DevrimiÇarlık Rusya'sında Jülyen takvimi'ne göre 24 Ekim 1917'de, (Miladi takvime göre 7 Kasım 1917Petrograt'taki Kışlık Saray'ın; Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin eline geçmesiyle başlayan ve Sovyetler Birliği'nin kurulmasına yol açan olaylar dizisidir.
[2] Troçki: 1917 Rus devrimi'nin önde gelen isimlerindendir. Sovyetler Birliği'nin kurulmasında, ihtilâl sonrası iç isyanların ve ayaklanmaların bastırılmasında birinci derecede rol oynadı. Kızılordu`nun kurucusu olarak kabul edilir. Lenin'in ardından Sovyetlerin ikinci adamı oldu. Lenin'in ölümünden sonra Stalin ile giriştiği iktidar mücadelesini kaybetti ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Meksika’da öldürüldü.
[3] Kolay lokma değil, sert kaya çıktı.

Dokuzuncu Bölüm
HAMMADDE HAZIRLAMA İDARESİNDE MÜDÜR YARDIMCILIĞI



Bu olaylar Kruşçev[1] zamanında başlamıştı. Bilindiği gibi o devirde ekmek bulunmazdı. Büyük şehirlerde, Ruslar’ın kara ekmeğinde bile inanılmaz sıra olurdu.
─ Ekmek yerine kepek yiyoruz, yerli halkı yardıma çağıralım, dedi önderlerimiz. Buraya gel Kerimov, tecrübelerini bu işte göster, dediler.

“Buraya gel!” dedikleri için kenarda duramadım. Ben de bunu hasretle bekliyordum. Hammadde hazırlama idaresine müdür yardımcısı yaptılar. KuvaFergana, Kuvasayyahlit bir ilçenin yönetimindeydi. Bana Kuva ilçesi verildi. Bildiğim yer, tanıdığım insanlar. Köyden köye dolaşıp “Bana meyve satın, peşin para ile alacağım.” diye ilan ettim.

Yukarıda da söylediğim gibi, o zamana kadar Kuva hatta bütün Fergana vadisinin köylerindeki insanlar, meyveyi parayla satmayı kötü bir şey olarak görüyorlar, utanıyorlardı. Hatta çiftçiler, sütü ve yoğurdu da parayla satmayı âdet edinmemişlerdi. Evvela çaresizlik, sonra bizim de teşviklerimiz ile insanları buna alıştırdık.

Pazarlarda, yol başındaki çayhanelerde hatta köy dükkânlarında mal kabul köşeleri açıp, terazi yerleştirip, alım satım işine başladık. Malı alır almaz nakit parayı sayıp verdik. İnsanlar, özellikle de gençler bunun tadını aldılar. Bundan sonra işlerimiz yolunda gitti. Bir gün görünmesem beni arıyorlardı hatta evime gelip kapımı çalıyorlardı.

Başkanımız “Soy” adında bir Koreli’ydi. O, Özbekler’in hayatından bayağı uzak bir adamdı, özellikle köy ahalisinin özelliklerinden habersiz bir kişi olduğu için, önce işimizin bu kadar hızlı gideceğine inanmıyordu. Paradan, meyveleri koyacak kaptan kısıp, araba vermeyerek beni bayağı zora soktu. İnsanlar şirket ticaretine alıştıktan sonra, at ile araba ile Kuva’ya kendileri meyvelerini taşımaya başladılar. Kayısı, ceviz yine de ekmeğe ek olarak, ekmeğin yerini tutmasa bile yemek ihtiyacı için bayağı yardımcı oldu. Elma, üzüm ve ayva hem bol hem de ucuzdu. Hazırladığımız meyveyi Kuva halkına ucuz fiyatla sattık. Artanı da Fergana’ya ve Mergilan’a gönderdik. Onlardan da artanı, vagonlara yükleyip, Leningrad[2] ve Moskova’ya gönderdik.

Kuva meyve hazırlama idaresinin adı yayılarak, ünü çoğaldı, ben yine “Yoldaş Kerimov, saygıdeğer Kerimov” oldum. Çünkü gıda mallarını çoğaltmakta, özellikle sebze ile meyve hazırlamadaki büyük hizmetlerim için beni ilk kez hükümet mükâfatına tavsiye ettiler.

Kişinin morali yüksek olursa, çalışma isteği de yüksek olurmuş. İlk başarımdan güç alarak, yine çok çalışmaya başladım. Arabalarla,  kamyonlarla hatta yük vagonlarıyla “Vatanımızın işçileri yesin” diye binlerce ton ucuz meyve ve sebze göndermeye başladım. Kuva hazırlama idaresi, gelirleri artarak zengin oldu. Özellikle 1967 yılı hazırlığında, o zamanın diliyle söylersek rekor kırıldı.

Kendisi vermez, vereni de çekemez.” diye bir atasözü var. Ben bu atasözünü çok işitirdim ama bu söze itibar etmezdim; o kulağımdan girip, bu kulağımdan çıkardı. Hasetçilerin pisliklerinden feryat eden insanlar söylemişler galiba bu doğru sözü. Başıma değirmen taşı düşünce anladım. İşlerimiz zirvede, elimiz elimize değmeden meyve alıp büyük şehirlere araba ve vagonlarla yolladığımız sıralarda, 1967 yılının 13 Haziran günü kırk kişiden oluşan teftiş komisyonu, kırk polisle birlikte tepemize bindiler, hazırlama depolarımızı bastılar. Meyve ve sebze ile dolu olan arabalarımızı, vagonlarımızı durdurarak teftişe başladılar.                                                                                                                     

Bütün işlerimiz durdu. Hazırlama depolarımızın çevresi meyveyle dolup taştı. Kabul edemiyoruz. Alım satım da yok. Bizim yüklediğimiz kamyonlardaki meyve ve sebzeler, satacağız diye bize gelen arabalardaki her şey, bir şekilde sulanıp çürümeye başladı. Çok kötü bir koku her tarafı sarmıştı. Teftişçilerimiz de burunlarını kapatıp gezseler bile, yine de israfı görmemezlikten geldiler.

Sonuç ne oldu? Hiçbir suç ve cinayet(!) izi bulunamadı. Teftişçiler buz gibi asık bir suratla, ne özür dilediler, ne de birazcık pişman oldular, bir şey demeden şehre döndüler. Bütün zorluklar yine çiftçilerin üstüne kaldı. Bize vermek için getirdikleri sebzeleri, satılmadan çürüdü. Hazırlama şirketi de yüz bin som zarara uğradı. Şehir ahalisi de ucuz meyveden nasibini alamadı. Beni “yiyor, içiyor!” diye suçlayanların da sesi kesilip hayalleri suya düştü.

“Hapise, ha girdi, ha girecek” diyerek yerime oturmak isteyen kişiler de, “Kerimov yine yüksek yere, ilçe yönetimine başkan oldu”, diye duyduktan sonra, taktiklerini değiştirmeye mecbur oldular. “Bunun gibi büyük yönetimin üstesinden gelmek kolay değil ki. Nice çok bilgili kişiler bile burasıyla baş edemezken, aşağıdan yukarıya tırmanan okuma yazması olmayan adam burasıyla nasıl baş edebilir ki?” diye sözler ortalıkta dolaşıyordu. “Sağ olursak, görürüz zengin babamızın halini” adlı şarkıyı söyleyerek bir şeyler bekleyenler de oldu.

Serçeden korkan darı ekmez.” diye bir laf vardır. Ben de ufak tefek sözlere kulak vermedim, işitmemezlikten geldim. Yüce atamız Emir Timur’un geleneğine uyarak rakiplerimi dost olmaya, birlikte çalışmaya, yardıma çağırmış gibi oldum. Yanıma gelenlere güzel sözler söyleyip, onlara uygun bir iş verdim. Hiç kimseye “uzak dur!” demedim. Ticarette düşman edinmek iyi değildir, bu sahada, “Bin dost azdır, ama bir düşman da çoktur.” Ticaretle uğraşanın, özellikle başkanın ağzının her zaman balla dolu olması gerek.

Sistemi Sorgularken

Dilimde bal olsa bile tutumlu olunmadan yeni ve mesuliyetli yerdeki işin iyi gitmeyeceğini anlamıştım. Çünkü ticaret işi, özellikle köy şartlarında o zamanlarda daha tam oturmamıştı. Kuva yönetiminde durum, özellikle çok ağırdı. Bu durumu ben de dışarıdan seziyordum ama içine girdikten sonra birdenbire o durumu gördüm, gözlerim daha da açıldı.                                 
                                                                                                                                        
Nereden başlasam acaba? Beynim donmuştu, atölyedeki dostlarım “Bastığın yeri temizle!” diye oradaki yolsuzlukların sebebini ve sebep olanları işaret ettiler.
─ Dükkânlarda niye Özbek delikanlıları ve kızları yok?
─ Çok bilgili ticaret erbabı niye işsiz dolaşıyor?
─ Niye hırsızlık çok? Herkes de hırsız değil ki. Sebebi nerede biliyor musun?

Onların bu sözleri gözümü iyice açtı. Gerçekten de sanayi malları mağazalarındaki satıcılar sık sık değişip, onların birçoğu üç dört ay çalışır çalışmaz hırsızlık var diye, hapishaneye atılırdı. Benim de sanayi malları mağazasında çalıştığım zaman, başımdan geçen, oradaki “Ver! Ver!” ler, bir de Hodiç’in oyunları gözümün önüne geldi.

Hodiç hâlâ ilçe yönetiminde durarak, zavallı satıcıları soyup, her hafta bir yerlere postayla hediye ve para gönderirdi. Az bir para değil, tomar tomar gönderirdi. Kuva küçük yer olduğu için, ilçe şartlarında bu durumu herkes görüyor, biliyordu, lakin hiç kimse bu duruma önem vermiyordu. Bu yandan ise o millete, milli değerlere duyarsızlık denen “Özbekçilik” vardı.

Özbekçilik” psikolojisini iyi bilen yaban- cılar ise, bundan kendi menfaatleri için büyük ustalıkla hatta yüzsüzce faydalanırlardı. Kuva yönetiminde bu durumun, Özbekçilik psiko- lojisinin örneğini, yakinen görmemiz mümkündür.

Yöneticilik yapanlar hep ötekilerdi

Yöneticilik yapanlar, muhasebeciler, müfet- tişler; hep Rus, Yahudi, Ermeni ve Koreliler’den ibaretti. Kuva yönetiminde başkan olduktan sonra, çalışanlarla tanışınca, her şeyin Rus veya Yahudiler’in elinde olduğunu gör- düm. Her sene ortalama yirmi,  yirmi beş satıcı hapse atılıyordu. Ticaret yüksek okullarını bitirip geldikten sonra Özbek çalışanları işe yaklaştırmayanlar da işte bunlarmış. Hakkını savunan Özbek muhasebeci veya müfettiş çıktığında ise “gelir”lerinin azalmasından korkuyorlardı.

Bu idaredeki işimde, 1967 yılının 1 Ağustos günü, idaremi bunlar gibi haram yiyicilerden temizlemeye başladım. Kolayca yerlerini boşalt- mak istemeseler bile çaresizdiler. Çünkü her birinin elinde kan izi vardı. “Yok” derlerse yüzüne lanet okunacağını biliyorlardı.
                                                                                                                                   
   Müslüman dükkân sahiplerinin ekmeğini çalıp yiyen, dediklerini yapmayanların da ayağına çelme takıp, hesap kitaplarıyla oynayıp, “hırsız” diye damgalayıp, suçsuz yere hapsettirip, mağrur bir şekilde yürüyenler, attan inince tabi ki indiklerine memnun olmadılar. “Yağlı yerlerden” gönüllerinde elem, bağırlarında taş ile ayrılmışlardı. Bunlar ise zamanını bekleyip, daha durulmamış eski düşmanlarımla bir araya gelmişler. “Yatıp kalacağına, atıp kal.”




[1] Nikita Kruşçev : 17 Nisan 1894'te Ukrayna'nın Kalinovka şehrinde doğdu, 11 Eylül 1971'de Moskova'da öldü; Sovyet devlet adamı ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi birinci sekreteri.

[2] Eski adı St. Petersburg1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra şehrin ismini yeniden St.Petersburg olarak değiştirilmiştir.


Onuncu Bölüm
ÇOCUKLAR DÜNYASI
ALIŞVERIŞ MERKEZI



Altta, denizlerin altındaki girdaplarda mücadelelerin devam ettiğinden habersizdim. Çünkü gerçekten çalışmakta olan bir kişi zamanı nereden bulsun? İşim, başımdan aşkındı.

Kuva’nın merkezinde göze görünen bir mağaza yoktu. On sekiz işyeri olan bir mağaza kurmaya başladık. Bir yolunu bulup mağazayı açtık, mallar da peş peşe gelmeye başladı, dükkânın açılması gerekli, ama satıcılar, dükkânı işletecek uzmanlar yok. Eski çalışanlar ise işi az biliyorlar. Onlara yeni, medeni ticareti öğretmek, onları okutmak gerekliydi. Böylece onları kısa ve uzun müddetli okullara yollayıp, yeni dükkânı bir zamanlar okulu bitirip gelmiş ama ticarete izin verilmeyen uzman kişiler ile açtık.

İlçe merkezinde Taşkent’tekine benzeterek heybetli “Çocuklar Dünyası” alış veriş merkezini açtık. Kuva’da bayram oldu. Çiftçilerin çocukları da her gün buradaydılar. Oraya da okumuş satıcılar koyuldu.

İki ve dört yıllık üniversite mezunu satıcı- lar, medeni bir şekilde çalışmaya başladılar. Mağazaya giren kimseyi “hoş geldiniz!” diye karşılamak, “Buyurunuz, neye ihtiyacınız var?” diye sormak, alış veriş yaptığı için teşekkür etmek, “Çok memnun olduk!” demek ve “Yine bekleriz!” diye uğurlama usulü getirildi.

Bu arada okula gönderdiğimiz çalışanlarımız, dört ve iki yıllık ticaret fakültesi diplomaları ile gelmeye başladılar. Dükkânlarımızda dokuz yüz kişi iki yıllık ticaret fakültesi diploması ile, yüz doksan kişi dört yıllık ticaret fakültesi diploması ile çalışmaya başladı. İşin üslûbu ve ticaret kültürü çok yüksek! En mühimi de hiç kimse “hırsızlık” suçlamasıyla hapse atılmadı.                                                                                                                            

Ticaret cemiyetimizin adı yayılıp, ünü her yere dağılıp, sadece vadide değil, Özbekistan Cumhuriyeti’nde hatta Sovyetler Birliği’nde dillerde dolaşıyordu. 1969 yılında Sovyetler Birliği ticaret yönetiminin kurultayına vekil olarak beni gönderdiler. Beş gün Kremlin’de toplantı yaptık. Leonid İlyiç Brejnev[1] ile tokalaşıp görüştük, bir grup vekil ile Leonid İlyiç Brejnev ile beraber fotoğraf çekindik. Memnuniyetimizi hiç sormayın.

Özbekistan’a dönünce de muhabirler, fotoğrafçılar, kameramanlar etrafımızı sararak: “Röportaj verin, izlenimleriniz çoktur.” dediler.
Evime gelince eşim, ateşte nazarlık tütsüsü yakarak, başımdan da döndürerek:
─ Kem gözlerden esirgesin! Her belaya engel olsun, dedi.

Kem gözlerin çoğaldığını eşim biliyormuş. Moskova’daki kurultaydan dönüp geldiğimde “Çamur at, izi kalsın.” diyen düşmanlar, hakkımdaki evrakları biriktirmeyi arttırdıkları hakkında laflar işittim.

İşinde hata olmadıktan sonra ne yapabilir- lerdi ki? “Buzağının koşuşu, samanlığa kadardır[2].” dedim de kendimi işe verdim. Oraya buraya koşturarak dükkânlar açtık, dış dünya tüccarları ile ürün değiş tokuş işi yoluna girdi. Bu arada bir zamanlar “hesaplardaki açık” davası ile “Japonya atlas dokuma tezgâhları macerası” yine gündeme geldi. Şükürler olsun ki iyi adamlar aracı olup “Koşan atın ayağının altına ağaç atıp, tökezletmeyin” diyerek onları durdurdular.

1980 yılında Moskova’da açılan Sovyetler Birliği Sendikalar Topluluğu kurultayına Özbekistan vekili olarak katıldığımda Kuva’dan iyi bir haber geldi: “Siz Lenin nişanına tavsiye edildiniz!”

Başım göklere değdi. Sanki hemen Kremlin’de Brejnev göğsüme Lenin nişanı takacakmış gibi, ben Kuva’ya dost ve düşmanların önüne, göğsümde madalya parlayarak dönecekmişim gibi hissettim.

Ne yazık ki sevincim uzun sürmedi. Kuva’ya dönünce baktım ki dedikodular çoğalmış. Denizin dibindeki girdap, suyun yüzüne çıkmış… Moskova’daki kurultaydan bir çuval gibi semirerek gelmiştim, ama sevincim burnumdan pınar gibi geldi. 

Eve geldiğimde eşim “Bana ne getirdiniz?” diye sordu. Keşke bir şeyler alıp gelseydiniz ben de bazılarının eşi gibi “ender” zenginlerden olurdum.

Ne yazık ki onun kocası ayağının altındaki altını bile almadan dolaşıp geçen bir adamdı. Yoksa Kremlin gibi görkemli bir yerden iki elini cebine sokup kuru kuru gelir miydi? İşte bazılarının hanımları kalbi bozuk olan kocalarının sayesinde inci ve altına bulanıp yatıyorlar. Antika malların doluluğundan sandığı kırılacak gibi, modern giysilerden gardırobu patlayacak gibi…

Tursunçahan bu konuda ağzını açtığında ben onu azarladım.
─ Bu kadar eşyayı o şımarık kadınlar ne yapacaklar, ya da mallarla mezara birlikte mi gidecekler?
─ Ne diyorsunuz? diyerek eşim itiraz etti.
─ Bu eşyalar onlara nasip mi oldu? Onlar antika mal değil, kendi başlarına bela biriktiriyorlar.

İnsanın Açgözlülüğü, Vicdan Azlığındandır

Nadide eşya diye alınan, kıymetli eserler, az bulunan mallar, alıcısı bol eserler hakkında; olmadığından şikâyet ederek konuşan kişilere itiraz ederek, kesin bir dille böyle derdim: “Mezara mı götüreceksin?”

Böyle mücadeleler ile aradan üç dört yıl geçti. Yaş ilerledikten sonra insan farkında olmadan hayatın anlamını, onun mükemmel ve eksik taraflarını sık sık düşünmeye dalarmış. Bence hayatı yaşanmaz kılan şey, vicdan azlığıdır. “Kıymetli eşyalar” bollaştı, “nadide mallar” dükkânlarda dolup taştı. İstediğin kadar alabilirsin, et ve süt şimdilik biraz az ama yarın onlar da bollaşacaktır. Gelecek günlerde, torbana sığdığı kadar al, diyeceklerine inancım tam. Ama hiçbir hesaba, kitaba tabi olmayan, hiçbir zaman planlayamayacağınız, vicdan eksikliğini azaltabilir miyiz?
Vicdan azlığı en korkunç yetersizliktir. Toplumun iliğini kurutan yoksulluk budur. Hodiçler’in,   Muhsinler’in gayesi, şehrimize Moskova’dan yakın bir zamanda gönderilen “komando!” Karullinler’in de gayesi, iliğimizi kurutmak.

Ben gençliğimde bir yerlerden, kimdendir ”Paran varsa, para verip vicdan alırsın; paran varsa para verip, iman alırsın” diye bir söz duymuştum. Bu sözü o zamanlarda eski devrin zenginlerinin burjuvaların ahlakına karşı söylenen suçlama, diye biliyordum. Sonradan o monologu kendi kendime gizlice tekrarlar oldum. Bu monologu işitir işitmez kendi kendime tekrarlarken, rahmetli babam da işitti, ama kimlere karşı söylediğimi soruşturmadı.

Vicdan konusunda rahmetli babamın kendi gerçeği, kendi inancı ve kendi felsefesi vardı.

O, “Vicdan varsa, insan var, derdi, insanı hayvandan ayıran ve onu her şeyden yüce kılan şey; gözün görmediği güç de vicdandır!”

Onun felsefesi şu ki, kişileri çalışkan ve tembel, katil ve zalim, helal ve haram yiyicileri ayırıp; toplumu gruplara, grupları ise birbirine karşı sınıflar haline getiren güç de, vicdandır. Helallik, vicdanın emridir, haram yemek de vicdansızlıktır. Vicdan, insanın hayatı ve ölümüdür. Bu konuda rahmetli babam çok olayların şahidi olmuştu. Bunlardan birini bana anlatmıştı.

Dehkan Baba

Gençliğimde Dehkan baba isimli yaşlı birisi vardı. Çok zor zamanlar idi. Atölyenin erken olgunlaşan arpasından bir tutam alıp, kaynatarak yemiş. Birisinin ihbarı ile onun önüne atölyenin yöneticisi gelmiş. Yönetici, ağzı laf yapan bir adam mıydı, yoksa toplumun malının sadık koruyucusu olduğundan mı, “Atölyenin malına nasıl el uzattın, ey yaşlı adam!” diye bağırmış. Dehkan baba bin kez özür dilese de, yazın başak toplayıp borcumu öderim dese de, yönetici sesini hiç alçaltmamış, hatta “vicdanın var mı vicdansız!” diye bağırmış. Dehkan baba, vicdanı karıştırma yavrum, demiş sadece. Ondan başka söz söylememiş. “Bu yaşa girip, şu küçücük çocuktan vicdansız adını aldım.” diyerek bağrı yanıp acı çekmiş. Sokağa çıkamıyormuş, insanlara görünmekten artık utanıyormuş, köyde de başını kaldırıp yürüyemez olmuş. Pişmanlıktan, şerefinin zorlamasından kendi kendisini yiyip bitirmiş. Bakın, vicdan azabından ölmüş.

Yürek çarpıntısı olmayan adamın yüreğinin nerede olduğunu bilmediği gibi, vicdan azabı çekmeyenler de vicdanın ne olduğunu nereden bilsin. Günümüzdeki bazı insanlar kendi cepleri ile başkalarının ceplerinin farkını bilmiyorlar. Devletinki ise, sanki gökten düşmüş…  Özellikle de makam sahiplerine bedavaymış gibi.

Bunun gibi şeylerin örneklerinin çoğunu biliyorsam da, bir iki tanesini daima düşünerek, hep içimden yanıyorum. Birincisi “veriver”, “götürebilirsiniz”lerden ibaret olup, çoğunlukla kolhoz yöneticileri tarafından tekrarlanırdı. Kimin? Kime, ne için? Cevabı yok, kimsenin işine de gelmez. Parasını kim ödeyecek, bir şekilde hallederiz. İkincisi, getir, yollayıver, veriver!... Ne için? Kaç paraya? Ne zaman ödenecek? Çaresini kendin bul. Bahanesi bir, bu kadar giderin biri. Kim sayar sanki. “Teftişin önü dar, arkası geniştir.[3]” Herkes görüyor ve biliyor, ancak hiç kimse hiçbir şey demezdi. Senin değil ya, toplumun! Devletin. Senin kaç paralık işin var, niçin karışıyorsun?

Bunun gibi insanlara vicdansız demeye kalkın, dilinizi kesmeye hazırlar. Vicdansız birisi varsa, başkaları vicdansızdır, ama o, “getir getir, ver ver!” diye seni sıkıştırıp duran tamahkârlar, vicdansız değillerdir. “Gönderiver!” “Alıp gidebi- lirsiniz” diyenler ise, “Verene verirler” diyorlardı. Hatta günlerden bir gün şehirdeki yöneticilerimden biri, Barullin’in “İşimin iyi gitmesi için ortadan bölüşmemiz gereklidir: sana bana, bana sana! diye kendi ağzı ile söylediğini işittim.

Teftişler yeniden başlıyor

İşte Karullin. O, bize Moskova’dan dürüstlüğü ve namusu yerleştirmek için gönderilmişti. Onun ağzından “ver ver!”den başka hiçbir şey çıkmazdı. Benim karşıma çıktı. Moskova’daki kızına Suriye’den gelen mobilyayı hediye etmesi gerekiyormuş. Bu işi de ben kendim yapmalıymışım. Bir takım mobilyayı bozuk diye evrak oluştururmuşum, o kişi de bozuk olduğu için az bir paraya satın alırmış ve ben onu Moskova’ya yollarmışım. Bu teklife açıktan ret cevabı vermesem bile, ağırdan alarak bu işi uzatıyorum. İşittiğime göre, o da bana bundan dolayı iki üç yerde “Ha, seni mi, sana gününü göstereceğim.” diye konuşmuş.

Ben güya sürgünmüşüm gibi kendi kendime konuşuyorum, bunları kimseye anlatamıyorum. Her şeyi içine atmanın, sağlam ve suskun tabiatlı insanı bile sıkacağını kendi ruhumda gördüm. Sınav neticesi şu oldu ki, sinirlerim iyice gerildi, çok küçük şeylere bile gergin bir tel gibi kızıyordum, iyi sözlere bile tar gibi tıngırdamaya, kızmaya başladım. Birisine söylemesem, sinirimden parça parça yarılacak bir hale geldim. Kime anlatsam? Şehirdekiler ona bir şey söyleyemezler, çünkü o, merkez[4]den gelmişti. Merkezdekiler ise kendilerinden olanı canları pahasına destekliyorlardı. Ne olursa olsun sesin onlara yetmez, üstüne bir de kötü yansıması kendine döner, diye düşündüm.                                      

Kural tanımazlık! Bazıları kural tanımazlığı normal bir şeymiş gibi görseler bile, bu kural tanımazlığa karşı savaşmam gerekiyordu. Kural tanımazı eğitmeye çalışmalısın.

Huzursuz geceler, sıkıntılı günlerde kedinin duvarı tırmaladığı gibi içimde bir şeyler tırmalanıyordu, olaylardan dolayı kendimi atmaya yer, başımı vurmaya duvar bulamıyordum. Bunları düşünerek oturuyordum. Odama eşim girdi. Olaylardan habersiz olan Tursunçahan, ruh halimdeki değişiklikleri sezmiş gibi sordu:
─ Niye böyle kendi kendini yiyip bitiriyorsun?
─ Yine teftişler başlayacakmış…
─ Yine mi, neden?
─ Karullin’in hoşuna gitmemeye başlamışım.
─ Ben onu şikâyet edeceğim! dedi, Tursunçahan.
─ Faydası yok, dedim ona.


Çocuklar Dünyası’nda Yangın

Böyle dememle birlikte, telefon birden dehşetle çalmaya başladı. Ahizesini kaldırmamla beraber, dehşetli bir ses işitildi:
─ Yangın!... “Çocuklar Dünyası” yanıyor! Yangın!!!

Şaşkınlığımdan yüreğim ağzıma geldi, boğazıma yumurta büyüklüğünde bir taş tıkanmış gibi oldum. Acelemden asamı da unutup, “Çocuklar Dünyası”nı kurtarmaya koştum. Onca sıkıntı, onca yatırım, benim değil, ortaklarınki…  Onca oyuncak… Giyim kuşam yanıp gidebilir mi? Kim yaktı onu? Buraya ateşi koyan kim?

Tilkinin kuyruğuna, yılanın diline benzeyen küçük ateşler havada oynaşıyordu. Duman uzaktan sanki kara evleri gökyüzüne kaldırıyormuş gibi görünüyordu.

Yaklaşınca durumun vahameti daha da artıyordu; kumaş, plastikler ve kuklaların kokusu birden genzime vurdu. Bina değil, benim vücudum; çocukların kumaşı değil, benim yüreğim yanıyordu. Yangın yerine yaklaşamıyorsun bile, ateşten değil, oradaki halktan. Kuva’da bu kadar insan olduğunu ilk kez görüyorum. Yangını gören, duyan herkes, eline ne geçerse alıp; ateşi söndürmeye gelmişti. Eşim, çocuklarım da benden önce yetişmişlerdi. Onlar da ateşin içinden malları dışarıya taşıyorlardı. Hiçbirinin yüzüne yangın isinden dolayı bakılamıyordu.

İtfaiye nerede? Kuva’nınki iş başındaydı. Sirenler ötmeye başladı. Mergilan, Asaka, Andican ve Merhamet’ten de itfaiyeler gelmeye başladı. Binlerce kez yazıklar olsun ki, onlar işe başlayana kadar, “Çocuklar Dünyası” yanıp bitti.                                                             

Şükürler olsun ki halk, çevredeki yapıları, bu yangından korumuştu. Yangından kurtarılıp dışarı çıkarılan mallar, üstlerine serpilen su ve toprağa bulanmış yatıyordu. Çuvallar dolusu un da, hamur olup gitmişti.

Maddî zarar hesapsız… Allah’a çok şükür ki, yangına kurban vermedik. Yangın geceleyin, herkesin derin bir uykuda olduğu vakitte çıkmıştı.

Benim derdim bana yetiyorken, herkes yangının sebebini bana soruyordu.
─ Ne oldu?
─ Görüyorsun işte…
─ Kim yaktı?
─ Allah bilir!

Yangının sebebi daha belli değil; ama tahminler, uydurmalar, dedikodular, kara bir bulut halinde her tarafa dağılıyordu.
─ Hesaplardaki açıklarını gizlemek için kendileri yakmışlardır…
─ Kerimov’un bu işte eli varmış.
─ Kumaşların içinde ortakların da evrakları yakılmış…

Bu uydurmalar beynimden girip tabanlarımdan çıksa da, kendimi tuttum. Çünkü, “Sinirlendiğin zaman, aklın gider.” derler. Bu nedenle yalancılara, hatta açıkça iftira edenlere öfkelenmedim. Yukarıda Allah var, kendisi görüyor ve biliyor. Teftişler yapılıp durum belirlenecekti, ama bana gerçeği uygulasalar yeter.

Evimdekiler çoğunlukla yakınlarım, sokaktan çeşitli laflar getirmeye başladılar. Şehir merkezindeki “dostum!” Karullin çok heveslenmiş; tamamen “Kerimov şimdi benim elime düştü. Etini köfte, sağ ayağını da kebap yapacağım.” diyormuş.
─ Niye rahatça oturuyorsunuz mücadele etmiyorsunuz, o sarhoşa, rüşvetçiye başını uzatıp verecek misin? Siz gitmezseniz, kendim gideceğim.” dedi eşim sinirlenerek.
─ Dur. Acele etme hatun, ağzın yanmasın!

Bu arada yangının sebebi anlaşıldı: “Çocuklar Dünyası”nın hemen yakınında yemek- hane vardı. Binası eskiydi ama mutfak aletleri yeni olup, yemekleri gazda pişiriyorlardı. Gaz cıvadan bile sıvı bir madde olup onu daima kontrol etmek gerek. Yoksa herkesin ve her şeyin durumuna eyvah!

Aşçılar işten giderken, gazı iyi kapatmamışlar. Orada biriken gazdan ateş çıkarak mutfağı yakmış, alevler oradan sıçrayıp bitişikteki yapılarla birlikte “Çocuklar Dünyası”nın pencerelerini yalamaya başladığı sırada itfaiye yetişip gelmiş. Çok kızgın olan aynalara su birden değince aynalar patlamış. Yolunu bulamayan alev kendisini içeriye atmış.

Suçluyu bulamadılar. “Bahtsız bir hâdise” olarak nitelendi. Zararı 400.000 Som’du, devlet sigortası tarafından karşılandı.
─ “Çocuklar dünyası”nı üç ayda yeniden dikerim! diye süre verdim yukarıdaki yöneticilere.

Kendi çocuğum gibiydi bu ticaret merkezi. Burayı meydana getirmek için çok eziyet çektim, çocuklarla ilgili malları doldurmak için sinirlerimi çok yıprattım. Elemim içime sığmıyordu. Onu tekrar dikemezsem sokakta yürüyemez, çocuklara görünemezdim.

“İyi insanların sadakası olarak gitsen değer.” ilçenin baş yöneticisi Şerbotayev’den başlayıp, sokaktaki temizlikçiye kadar herkes yardıma geldi desem, abartmış olmam. Söylediğim gibi üç ay içinde sadece “Çocuklar dünyası” binası değil, ondaki ticaret de tekrar canlandı. Eskisinden bile daha iyi bir şekilde.

“Çok şükür diyerek rahat nefes almaya başlamıştım ki, Karullin’in hileleri yine başımın üstünde dolanmaya başladı. Onun ilk yaptığı iş, beni Lenin nişanına tavsiye ettikleri kâğıtları, Moskova’dan imzalanmaya hazırlanan yerden aldırmak oldu. Moskova’ya neler yazdığından habersizim, ama herkes özellikle ben ve eşim her şeyi açıkça görüyorduk. Bir taraftan sorgu uzmanları ve polislerle beraber gelen savcı Galkin, başka bir taraftan da on beş teftiş uzmanı ile gelen “Genel Malî Müfettişlerin” başkanı MolyakovKuva’ya hava komandoları gibi indiler de, cemiyetimizin binalarını kuşattılar, on yıllık evraklarını “esir” aldılar. Beni boş verin ama eşim Tursunçahan hastalanıp yatağa düştü.

Vefalı ve Örnek Eş: Tursunçahan

“Yüzüğe göz koymuş gibi”, “Benzetmeden buluşmaz.[5]sözlerini bizim ailemiz hakkında insanlar çok kullanırdı.

Tursunçahan’la ikimiz, iki yarım bir bütün idik. Eski Kuva’nın her şeye heveslenen kadınları bazen Tursunçahan’a, “Sizin de aranızda acı söz, geçti mi, yoksa sesiniz dört duvar arasında gizli mi kalır?” diye sorarlardı. Buna benzer sorulara Tursunçahan şen bir kahkaha ile cevap verirdi. Gülmekten başka hiçbir şey! Bana ise eşim hakkında soru sormaya hiç kimse cesaret edemezdi.

Aslına bakarsanız, Tursunçahan benim için hem eş, hem akıl hocam, hem de dostum idi. Kuva’daki “Ben’im” diyen kadınlar bile, bin bir ümit ile bir yastığa baş koyduğu helalini, eşini; Tursunçahan gibi mutlu etmese, hürmet göstermese gerek. Böyle demem, boşa değildi. Tursunçahan her zaman ağzıma bakar, ne diyeceğimi dudaklarımın kımıldanışından anlar, onun için yarım cümle yeter, ikincisi fazla idi. Aşçılığını söylemeye bile gerek yok. Tursunçahan’ın pişirdiği yemekleri, cennetteki huriler, gılmanlar bile beceremezdi. Zekiliğini hiç sormayın. Gönlüm, kahvaltıda ne çeker, öğle ve akşam yemeğinde ne ister; imasız işaretsiz anlayıp, işten gelişime yakın hazırlayıp beklerdi. Tursunçam’ın bugün bana ne ikram edeceğini, kapı açıldığında burnuma gelen çok hoş kokuların güzelliğinden bilirdim.

Akıllı oluşunda, Tursunçam’a candan saygı duyardım. O, olmasaydı belki ben kupkuru bir tüccar olarak kalırdım. Edebiyata, sanata ilgi gösterişim, açık öğretim okuyarak iktisat ve ticaret bilimini öğrenişim bile; onun, Tursunçahan’ın eseridir, vesselam.

Kuvalı birçok insan boş vaktini çayhanelerde, meyhanelerde geçirirlerdi, bazı konu komşu ise işten sonra televizyon ekranına alınlarını dayayıp vakit öldürürlerdi. Biz ise boş vakit bulduğumuzda, kitaplar hakkında konuşurduk, bazen karı koca edebî kahramanlar hakkında saatlerce konuşurduk. “Şekspir’in Dezdemona[6]sını kıskançlık mı öldürdü, yoksa tahrik mi?” diye ortaya konu atılınca Tursunçahan galip gelmişti. Çünkü Dezdemona’nın tahrik kurbanı olduğuna beni inandırmıştı.

Tahrik, yılandan beter… Dezdemona tahrik kurbanıdır. Bu gerçeği çok iyi bilen Tursunçahan, aslında karıncayı bile incitmeyen bir gönüle sahip olsa bile, tahrikçilere acımasız bir şekilde hüküm verirdi. Alkolik ve rüşvetçi Karullin’i yok edip, üstlerine şikâyet edin, Moskova’ya gidin; siz gitmezseniz, ben giderim demişti.

Kadın, kadın da; bu işlerin hepsinin Moskova’dan yönetildiğini, amacın millî personelin yani yerel halktan çalışanların yerine Rusça konuşanları yerleştirmek olduğunu ve bunun da ezilmiş halkımızı daha da ezmek olduğunu düşünemezdi.

Üç taraftan teftiş ve üç taraftan sorgu gece gündüz devam ediyordu. Sebebini bilsem bile, bilmiyormuş gibi sorduğum zaman, “Görev katıdır.” diye cevap verirlerdi. Kuva’daki on teşkilatımızın bütün evraklarını toplayıp, altı özel odada incelediler. Teftişi, Genel Malî Müfettişler ile savcı yürütüyor olsa bile Karullin devamlı kontrol altında tutuyordu. “İş nasıl gidiyor? Neler bulundu? Suçlu bulabileceğiniz herhangi bir şey bulamadınız mı, niye böyle yavaş gidiyorsunuz?”diye günde birkaç kez telefon açıyordu.

Bir yıl boyunca didikleyip zerre kadar leke bulamadıktan sonra, Galkin, Molyakov’un bölüklerini Kuva’dan geri çekti. Karullin kendisinin yenildiğini kabullenemedi, ama benim Lenin nişanımı; Fergana vilayeti toplantısında, bir alt derece olan başarı belgesine dönüştürmeyi başardı. “Pirin zaferi” diye açıkladılar, Ferganalılar onun tüccar Kerimov üzerinde kazandığı bu zaferi. Ama onun bu galibiyeti uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra, ithal bir mobilyayı rüşvet aldığı bir zamanda rezil oldu. Doğru, Moskovalı komandolar! onu hapisten kurtarıp, emekli yaparak Rusya’ya geri gönderdiler. Lakin buna bile şükür, Kuva ilçesi ve Fergana vilayeti kocaman rüşvetçi bir hortumdan, boğazdan kurtulmuştu.

Özbekıstan’ın Bağımsızlığında

Özbekistan, bağımsızlığını ilan ettiğinde, benim omzumdan dağ gibi bir yük inmiş kadar hafifledim. Gönlümü sıkıp duran pençelerin ipleri birden kesilmiş gibi, sevindim. Doğrusunu söylersem, önceleri bunun sebeplerini iyi düşünemedim. Sonra beş altı gün geçince anladım. Gönlümü sıkıp duran pençeler, bu Karullin ile Hodiçler, onların Moskova’daki koruyucularının yok oluşuydu. Benim kalbimdeki zincirin, benim omzumdaki dağın, benim alnımın üstünde duran baltanın[7] yok oluşuydu. Bağımsızlığın, bana ne verdiğini iyi anlamıştım. Çünkü Gorbaçov’un getirdiği demokrasi devrinde, Karullinler gitse bile hala Moskova’da duruyordu. Karullinler’in “Genel Malî Müfettişlik” ve savcılıktaki ortakları duruyordu. Onlar, dostlarının öcünü almayı, mahalli çalışanları kötü durumlara sokmayı devam ettiriyorlardı. Fakat bağımsızlık, onların kötü niyetlerini sona erdirdi.

O, hala üstümüzde baltanın durduğu zamanda bile tarımda, yerel hizmetlerde, ticarette ülkeyi geliştirme yolunda çalışıyorduk.  Bütün Kuva Şehrinde kurulan yapılar, küçük büyük dükkânlar, onlardaki ticaret medeniyeti bu duruma örnek olabilir. Ben sözü fazla uzatmayım. Bu durumu, herkes gelip, kendi gözleriyle görebilir. Bu yeni duruma biz, bir taraftan Özbek halkının eski gelenekleri ile batının süpermarketlerini birleştirerek eriştik. Yani bir adamın, bir ailenin ihtiyacı için ne gerekliyse, hepsini bir dükkânda hazır kıldık. Ve buna benzer dükkânlardan Kuva’da birkaç tane yaptık.

Kuva ticaretinde çalışanların eriştiği başarılar, bütün memlekete örnek gösterildi. Bize Moskova’da mükâfatlar, başarı belgeleri verildi. Gorbaçov gelip tebrik etti. Lakin buna rağmen “Genel Malî Müfettişlik” ve savcılıktaki komandoların baltası tepemizde duruyordu.

Karullin ve Hodiçler de Moskova’dan, mükâfat ve başarı belgeleri de Moskova’dan… Bu sözlerimden kafanız karma karışık olmasın. Sebebi şu ki, SSCB İmparatorluğu ikiyüzlü bir siyaset izliyordu. Onlar bizim hakkımızda düşünüyorlardı ki: “Bu milletlerin her biri bin kez iyi çalıştığı halde, beş kez fayda verdiği halde, ne olursa olsun, hırsızlık yapacaktır, ne olursa olsun rüşvet alacaklardır. Onları her zaman kontrol altında tutmak gerekir, kontrolsüz olurlarsa onlar sadece kötü şeyler yaparlar. Kontrol eden ise Moskova; onun vekilleri, onun halkı olması gerekir.” diyen siyasi fikirleri halka sindirmişti.

O zamanlarda ben/biz, çalışma hayatının sisteminden gelen bir meseleyi çok düşündük. Ticaret odası kooperatifinin ortaya çıkarılmasındaki maksat, şehir ve köyü birbirine bağlamak, şehir ve köyün alış verişini yoluna koymak olmalıydı. Lakin bana göre biz bir tarafa eğilmiştik galiba. Şehrin ihtiyaçlarını düşünürdük ama çiftçiyi o kadar düşünmezdik, önemsemezdik. Ondan sonra çiftçileri düşünmeye başladım. Çiftçiler sınıf olarak da ortada yok. Toplumun en fakiri de onlar oldular. Bizim pamuk üreticisi ise, fakir köylüler arasında en aşağı yerde bulunuyordu.

Devrim[8] köylülere ne verdi?

Övünerek, memnuniyet ile söylüyoruz: Ekim devrimi köylülere yer, su, at, semer verdi. Atalarımız, babalarımız, nice nice insanlar bir dönüm toprağa sahip olamadan “Yer! Yer!” diyerek, gözü açık kara toprağa girdiler. Devrim ise onların çocuklarına, yer ve suyu ömür boyu senin, bedavaya diye verdi. Sonu ne oldu? Kulak verin. Yer alan çiftçinin başı göğe erdi. Kollarını sıvayıp devrimin verdiği dönümlerce yere ekin ekti, kendisine, devlete. Onun eli yeni, para görmüştü, ama avuçlarına tam para düşeceği zamanda onun sahip olduğu yeri, suyu, atı, semeri, yemi, samanı ile birlikte; köylünün haklarını da geri aldı. Kolhoz ve sovhozlara verdi.

Çiftçiler tarım aletlerini, yeni semerlerini, atlarını, arabalarını, öküzlerini, yemini, samanını iki eliyle geri verdi; kolhoza “kendi istekleriyle” girdiler. Bunların değerini biçip “ortaklık parasını” hesapladılar. Ama o “ortaklık parası” şimdi ne oldu, genel olarak o paralar nereye gitti? Hiçbir kolhozcu bunu hâlâ bilmiyor. Çeşitli sebeplerle kolhozdan ayrılan üyeye ödediği payı yıllar içinde doğurduğu kârla geri vermesi gerekiyordu. Maalesef böyle olmadı. Çiftçinin malı, mülkü, serveti zorla yok edildi. Altmış yetmiş yıldır hiçbir çiftçiye kolhozdan çıkarken, ona; girişte verdiği payının geri verildiği ya da kârının ödendiği görülmemiştir. Talep etmeye kanunen hakkı var, ama geri almaya hakkı yok. Çünkü o payların meblağlarının hiçbir yerde hesabı kitabı yok.

Bu durum kanunsuzluğun en uçtaki numunesidir ki, payını ödeyip iş yapmaya çalışan herhangi bir iş cemiyetinde böyle bir şey yok. Niye çiftçi topluluğu kendi hak ve hukukundan mahrum edildi?

Kolhozcu çiftçinin hakkını ve hukukunu himaye eden hiçbir kanun, hiçbir teşkilat yoktu. Bir zamanlar bu işleri “Çiftçiler İttifakı”, sonra da “Kolhoz, Soyuz” yürütüyordu. Onlar da daha sonra bitirildi. Kolhoz heyeti ise, öylesine seçilirdi; başkan “dur!” derse durur, “otur!” derse yerine getirirdi. Başkanlar ise kolhozculara değil, il yönetimine hesap verirdi. Çünkü başkanları il yönetimi tayin eder, il yönetimi kovardı. Bu atamalar konusunda da kolhozcunun çiftçinin kanuni hakkı yoktu. Çiftçi, özellikle pamuk üreticisi; devletin köydeki dilsiz, itaatkâr askeri haline gelmişti. “Falanca yere pamuk ek, devlete gerek!” denince çiftçi ekerdi. “Falan ton pamuk ver!” denince, çiftçi gece gündüz; yılın on iki ayı ter döküp, daha da fazla arttırılan yükümlülükler ile yerine getirirdi ve karşılığında beş para alamazdı.

Pamuk üreticisini cumhuriyetimizin birinci adamı, diye överdik. Pamuk üreticisini, komü- nizmin iktisadi prensibini gerçekten yaşayan öncü insan, diye överdik. Onun için de komü- nizmde pazar, para alış verişi yok oldu, ürünlerin değiş tokuşu ortaya çıktı; pamuk üreticisi ise herkesten önce ürününü değiş tokuşa başladı. O, bütün emeğinin semeresi pamuğunu, bir parçasını bile kendine ayırmadan, her şeyini götürüp devlete veriyor derdik. Çiftçiye manevi, ruhi etkenler ile bakıldı ki, ekonomik çıkarları unutulup eli boş gönderildi. Pamuğa karşılık devletin belirlediği bir fiyatla; et ve yağ, giyim ve kuşam, verileceğine söz verildi ama sözler tutulmadı. Pamuğun yerine verilen et hakkı ancak çok fakirlere satılıyordu. Çiftçi devletin dükkânından ucuza değil, pazardan pahalı bir fiyatla satın almaya mecburdu.

Her aile gelirine göre yaşamaya çalışırdı. Kolhozda çalışan pamuk üreticisinin ortalama kazancı yetmiş somdur. Bazı üç dört çocuğu olan ailelerin maaşı, sadece ekmek ve çaya zor yeterdi. Aylarca kazanı et görmemiş aileler çoğunluktaydı. Onlar da bahçelerindeki sebze ve meyvelerle geçinirlerdi. Ama bahçelerin kendisi de azaltılmış, devletçe el konulmuştu.

Pamuk çok pahalıya üretilirdi. Ona biçilen fiyat üzerine çok harcamalar yüklenmişti: çeşit çeşit pahalı teknik tarım aletleri, tohum, fennî gübre, çeşitli kimyasallar, kira parası, gelir vergisi, sigorta ve çeşitli ödemeler, fonlar, bürokratik harcamalar, yol giderleri, rüşvet hediyeleri; bunların hepsi pamuk için belirlenen fiyatın üstüne ekleniyordu. Bu harcamaların hepsinin pamuk üreticisinin cebinden alırlardı da, sen “razı mısın?” diye sormazlardı. “Bu kadar vereceksin, bu kadar alacaksın!” diye emrederlerdi. Verdikleri teknik aletler, gübre, kimyasal maddeler, gitgide daha da pahalı fiyatlarla bankadan kredi ile alınıyordu ama “ürünün ne kadara mal oldu?” demiyorlardı.

Çiftçinin hakkını hiç kimse koruyamazdı. “İlçe yönetimi”; Hadi! Hadi! Ver! Ver!’i bilirdi, “İlçe yönetimi komisyonu”nun kendisi kanun- suzdu. “Köylü çiftçi komisyonu” yöneticileri ise heykel gibi sessizce otururlardı. Onlar da mümkün olduğu kadar kolhoz ve sovhozdan daha çok yolmaya çalışırlardı. Bunun üstüne bir de köydeki sosyal, iktisadi, medeni kuruluşlar da, bunların giderleri de çiftçinin omzuna yüklenmişti. Devlete büyük vergi ödeyen köylüler, sosyal haklarından bile mahrum bırakılmışlardı.

Ben bunları çok düşünürdüm. Düşüne düşüne mecalim kalmazdı.

Bağımsızlıktan Sonra

Bağımsızlıktan sonra bu sıkıntılarım biraz geçti, gönlüm ferahladı.

Cumhurbaşkanımız İslam Abdülganiye-viç Kerimov’un çiftçilere bahçe vermesi gönlümün bir düğümünü açtı, hayvancılığı teşvik etmek konusundaki yardımları ikinci düğümü açtı. Hiç olmazsa bağımsızlığın verdiği özgürlükle o sorunları açık açık konuşmak imkânını kazandık ya…

Bağımsızlığı, yok olan baltaları, ortaya çıkan imkânları düşününce, yaşlandığıma üzülüyorum. Keşke şimdi genç olsam da, milletim için bütün gayretimi vererek çalışsam. Evet, olsun, buna da çok şükür!








[1] Sovyet siyaset adamı.1906 yılında Kamenskoye’de doğdu. 2.dünya savaşındaki başarılı hizmetlerinden dolayı,1943’te tuğgeneralliğe yükseldi. 1977’de Yüksek Sovyet Prezidyumunun başkanlığına getirildi. 1982’de Moskova’da öldü.

[2] Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar, anlamında bir atasözü.
[3] Bir şekilde müfettişin gönlünü yaparsınız, anlamında bir söz.
[4] Moskova. .SSCB’nin başkenti.
[5] “Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.” Anlamındaki söz.
[6] Şekspir’in oyunundaki kadın kahraman.
[7] Demokles’in Kılıcı anlamına gelen bir deyim.

[8] 1917 Devrimi ya da Ekim DevrimiÇarlık Rusya'sında Jülyen takvimi'ne göre 24 Ekim 1917'de, (Miladi takvime göre 7 Kasım 1917Petrograt'taki Kışlık Saray'ın; Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin eline geçmesiyle başlayan ve Sovyetler Birliği'nin kurulmasına yol açan olaylar dizisidir.


Onbirinci Bölüm
Hikâyemin Kahramanından
Ayrılamadım



Bu hikâyenin kahramanı beni öncelikle iş bitiriciliği ile kendine hayran bırakmıştır. Yukarıda okuduğunuz onun gönülden anlattıkları ise, bu zamana kadar benim tanıdığım iş adamlarından, ödül sahibi önemli insanların hepsinden daha fazla; halk ve millet hakkındaki içten düşünceleri ile takdir ettim. Keşke şimdi her bir iş sahibi, az çok mal sahibi olanlar günde hiç olmazsa beş dakika vatanını düşünseler diye arzuladım. Arzulamak ayıp değil ya! Çok eski zamanlarda büyük İpek Yolu’nun şehirlerinde nice âlim-tabiatlı yetenekli zenginler yok muydu? Uzaklara gitmeye gerek yok, kendi milli edebiyatımıza baktığımız zaman, her şey ayan beyan ortaya çıkacaktır. Hazreti Lütfi’den ta Maşrab’a kadar, birçok bilginlerimiz gerçek gönül dostları, manevi desteklerden yardım bulmuşlardır.

Çok heybetli binalarımız, abidelerimiz, anıtlarımız da işte onlar gibi kendi zamanının çalışkan insanlarının, yüce gönüllü insanlarının gayreti ile ortaya çıkmıştır. Bugün yetmiş yıllık baskının pençesinden kurtularak, bağımsız hayatın ilk sevinçlerini, mutluluğunu yaşarken, elbette yarınki günden ümitlerimizden biri yüksek ahlaklı, tedbirli, cömert insanlarımızın, yeni ve kendine özgü evlatlarının ortaya çıkmasıdır.

İnanıyorum ki, Özbekistan’ımızda benim Kuva’lı kahramanıma benzeyen gençlerimiz büyük ve çağdaş atölyeler, fabrikalar kurmaya başlayacaklardır. Onların ürettikleri ürünler,  dünya pazarlarında sergilenecektir. İnşallah markasında “Özbekistan” yazan yüzlerce, binlerce ürünü almak için büyük devletlerin büyük kervanları bizim tarafa yol alacaklardır. Çok zengin, mutlu ve sevinçli olarak XXI. Asır’da şöhret kazansak...

Bana bunun gibi arzuların, heveslerin kucağında, gönlümde acayip duygular peyda oldu. Çok sevindim, keyfim yine yerine geldi. Hikâyemin kahramanına “Hoşça kal!” diyemedim. Çünkü iyi insanlardan ayrılmak asla mümkün değildir. Allah izin verirse elbette görüşürüz dedim ve yine bir kez daha görüşme isteğiyle onun ellerini saygıyla iyice sıktım.



BİYOGRAFİ NET YAYINLARI
Telefon 0542 2357249
e-posta: info@biyografi.net

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder