— Rumlar, be!..
diye haykırdı. En önde semerli bir beygirin üstünde beyaz sakallı, siyah
kavuklu, siyah esvaplı papazı fark etti. Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı
kadınlar, siyah aba esvaplı erkekler, çocuklar, eşya dolu arabaların yanında;
ineklerle, koyunlarla, keçilerle karmakarışık yürüyorlardı. Küçük Ali, hiç
kımıldamadan onların yaklaşmalarına baktı. Bunlar şüphesiz geriye gönderilen
bir köy halkı idi. Kendi köyünde komşu Rumlar'ın arasında büyüdüğü için çok iyi
Rumca bilirdi. "Bunların arasına katılıp Malkara'ya kadar gidemez
miyim?" diye düşündü. Fakat onlar, yanlarında Türk istemezler, bir Türk'e
ekmek değil, bir damla su bile vermezlerdi.Kafile yaklaşıyor, küçük Ali parlak gözleriyle dimdik bakıyordu. Hiç kımıldamadı. Papaz, onu daha uzaktan gördü. Tam hizasına gelince küçük Ali yine şoseye atladı. Papaza yaklaştı. Rumca:
— Rica ederim, bana bir parça su
verin.
dedi. Papaz beygirinin yularını çekti. O durunca, kafile de etrafa yavaş
yavaş birikerek durdu. Çorap ören kadınlar tığlarını bıraktılar. Çocuklar
babalarının bacakları arasından papazın konuştuğu çocuğu görmeye
çalışıyorlardı.
— Sen çoban mısın?
— Hayır.
— Burada ne arıyorsun?
— Gelibolu'da çalışıyordum.
Ustamı sürdüler, köye döndüm. Köyümü de sürmüşler, onları aramaya gidiyorum.
Papaz parlak mavi gözleriyle Ali'yi baştan aşağı süzdü:
— Adın ne?
diye sordu.Bu manalı bakışı sanki "Türk müsün, Rum musun?" diyordu. Yarımadanın birçok köylerinde Türklerle Rumlar kıyafetlerinden ayırt edilemezdi. Lisanları, dinleri, âdetleri birleştiremeyen asırlar Boğazın bu tarafında esvapları birleştirmişti.
Rum çocuklarının Türk çocuklarından farkı yalnız başı kabak gezmeleri idi. Ali, Gelibolu'da ustasının fırınında fesini kaybetmiş, köyüne dönerken başına bir şey alamamıştı. Kekeledi:
— Aleko.
dedi.
— Anan baban var mı?
— Hayır, ben öksüzüm, kimsem yok.
Papaz etrafındakilere döndü.
— Su verin şu çocuğa!
— Teşekkür ederim.
Hemen eline bir testi uzanmıştı. Kana kana içti. Papaz beygirin üstünde
doğruluyor, arkaya bakıyordu.
— Jandarmalar çok geride... dedi.
Seni görmediler. Bize karış. Haydi yürüyelim.
— ...
Kalın çizmeli ayağıyla atının karnına vurdu. Ali, atın uzun kuyruklu, al
sağrısı yanında yürümeye başladı. Semerin arkasındaki iki dolu heybenin üstünde
örtülmüş kırmızı bir battaniyenin uçları sallanıyordu. Kadınlar sessiz sedasız
çoraplarını örerek, erkeklerin arabaları, yük hayvanları etrafında daima
dikkatli, konuşmadan yürüyorlardı. Ali, küçük bir planla açlıktan, açıklıktan
kurtulduğuna seviniyor, içinden "Kandırdım şunları! Ne vakit olsa, köyün
nereye göçtüğünü haber alınca, yanlarından kaçarım." diyordu. Atın al
sağrısından kalkan gözleri papazın kamburca sırtındaki solmuş siyah cübbeye,
hayvanın adımlarına göre bir öne bir arkaya sallanan kadın saçlı başına, siyah
yüksek külahına bakıyordu. Yarım saatten ziyade gittiler. Uzaklarda koyun
sürüleri duruyordu. Ali, papazın başını arkaya çevirdiğini gördü. Mavi
gözleriyle sanki gözlerinin içine saplandı. Titredi.
— Aleko.
— Oriste...
— Yanıma gel bakayım.
Birkaç hızlı adım attı. Papazın dizi hizasına geldi. Gözlerini yerden
kaldırmıyordu.
— Sen benim atımla odama
bakarsın.
— Bakarım.
— Seni kiliseye hizmetçi yaparım.
— Teşekkür ederim.
Öğle üstü bir hanın bahçesinde, asırlık çınar ağaçlarının altında mola
verilirken, papaz, jandarmalara verdiği buğday ekmeğinden, haşlama etlerden
Ali'ye de verdi. Bardağının dibinde bıraktığı şarabı da ona içirmek istedi.
— Teşekkür ederim papaz efendi,
içmem.
— Niçin?
Cevap bulamıyordu.
— ...
— Haydi iç.
— Alışmamışım.
— Artık alışırsın. Kilisede
şarapsız yemek yenmez.
— ...
Ali durakladı. Eline aldığı bardağın içindeki siyah suya baktı. Köydeki
hocanın ramazan vaazlarında, "Bir damlası haramdır. İçen imansız
gider." dediğini hatırladı. Ama... Hayır… o keyif için, günah için mi
içecekti! Zorla... İçmese bunların arasında barınabilir miydi? Bardağı ağzına
götürdü. Zehir gibi bir şey ağzını, boğazını yaktı. Sıcak sıcak karnına indi.
Buruşan yüzü ile papaza gülmeye çalıştı.
— Teşekkür ederim!
…….
Kafile üç gün yürüdü. Geceleri Ali papazın verdiği bir çula bürünerek
yatıyordu. Dördüncü gün, akşama doğru içerlerde bir Rum köyüne gelindi.
Jandarmalar her eve bir aile dağıttı. Papaz kiliseye inmişti. Burası karanlık,
gamlı, kapalı bir bina idi. Bahçenin kalın, yüksek duvarları koyu maviye boyanmıştı.
Papazın odası kaygan taş döşeli küçük avlunun ta nihayetinde idi. Ali, kilise
hizmetçisinin yanında yatıyor, sabahları erkenden kalkıyor, kiliseyi süpürüyor,
sabah ibadetlerinde hazır bulunuyordu. Bir ay geçmeden her şeyi öğrendi. Papaz,
jandarma kumandanına hep onu gönderiyordu. Gayet iyi Türkçe bildiğini görmüştü.
"Gelibolu'daki ustam Türktü." diyordu. Her sabah kilisede Türklerin
perişan olması için dua edilirdi.İhtiyar, genç bütün köy halkının her sabah bu
duaları can u yürekten tekrarlayışları, sanki Ali'yi derin bir uykudan uyandırıyordu.
Köydeki hocanın "Hristiyanlar da Allah'ın kuludur, onlara fenalık etmek
Müslümanlara fenalık etmekten daha günahtır." diye vaaz ettiğini hatırlıyor,
"Acaba yanlış mı aklımda kaldı?" şüphesine düşüyordu. Pazar günleri
kilisenin avlusu ağzına kadar dolardı. Efendisiyle, eski papaz muharebeye dair
köylüye havadisler verirler, Türklerin kış geçmeden bozulacağını, bu sefer
İstanbul'un mutlaka alınacağını, ne kadar Türk varsa bir tane kalmamak üzere
kesileceğini yana yakıla söylerlerdi. Halbuki köyün altındaki şoseden
Çanakkale'ye doğru hiç durmadan asker, araba, erzak, cephane geçiyordu. Ali
dinlerine girer gibi yaptığı Rumların bu garazlarından heyecana geliyor,
kiliseden kaçarak köyün aşağısından geçen ırmağın başına gidiyor, söğütlerin
altına oturarak saatlerce düşünüyordu. Demek kıştan sonra dünyada bir Türk
bırakmayacaklar, hepsini keseceklerdi. Türklerin bundan haberleri yoktu. Hatta
geçen askerlerin zabitleri yolda papaza rast gelirlerse muhabbetle selam
veriyorlar, "Nasılsın papaz efendi!" diye hatırını soruyorlardı.
Kilisede edilen duaları bilseler..."Ben jandarma kumandanına gider, Türk olduğumu söylerim. Bunların konuştuklarını anlatırım!" niyetiyle kalkardı. Daha kendi köyünün ne tarafa gittiğini öğrenememişti. Köyde yabancı görünce mutlaka bunu sorardı. Bir gün yine kiliseden çıkarken ihtiyar papaza rastladı:
— Nereye gidiyorsun Aleko?
— Hiç buradayım, dedi.
— Öyleyse gel, seninle konuşalım.
— ...
Papazın arkasından yürüdü. Külahının altındaki örgülü beyaz saçlarını tutup
koparmak, kafasına, suratına kamçı gibi indirmek ihtiyacını duydu. Dişlerini
sıktı. Başını salladı. Papaz odasına yürüdü. Kapıyı itti:
— Gir!
dedi. Bahçeye bakan bir pencere vardı. Kahverengi kalın perdesi yarım
açıktı. Papaz minderin üstüne, Meryem Ana kandili yanan köşeye oturdu. Ali
kapının yanında ayakta duruyordu.
— Otur bakalım, dedi. Kapıyı it.
Ali minderin ucuna ilişti. Papazın gözünün içine bakıyordu. Sordu:
— Senin anan, baban yok, değil
mi?
— Yok.
— Hayır... Senin anan baban var,
kimsesiz değilsin.
Ali'nin yüreği oynadı. "Acaba Türk olduğum duyuldu mu!" şüphesiyle
titredi. Bozuntu vermemeye çalıştı.
— Hayır, papaz efendi, dedi,
benim sizden başka kimsem yok!..
— Var.
— …
— Var ama, sen bilmiyorsun. Senin
anan baban milletindir.
Ali içinden "oh!" dedi. Papazın uzun bir nutkunu cevap vermeden
dinledi. Diyordu ki:
— "Adam, anası babası için
her türlü fedakarlığı etmeli. Hatta canını bile vermeli. Öksüzlerin anası,
babası milletleridir. Her öksüz, milleti için en büyük hizmetlere hazır olmalı.
Öksüze bakan, büyüten milletdir. Millet, evladından yardım ister."
Bugünden sonra ihtiyar papaz her vakit Ali'yi odasına alıyor, ona bazı
yerlerini anlamadığı bir lisanla eski Rumların dünyada neler yaptığını, bir Rum
kızının yüzerek gidip düşman gemilerini deldiğini, bir Rum kahramanının üçyüz
kişi ile bir milyonluk orduları bozduğunu hikaye ediyordu.
Ali, elifbeden başka bir şey okumamıştı. Ama bu korkak Rumlar bu kadar yaparsa,
Türklerin evvel zamanda İstanbul'u, Çanakkale'yi almak için neler yapmış
olacaklarını düşünebiliyordu.Kış geldi, geçti. Yine bir sabah, Ali, kiliseyi süpürmüş, elinde süpürge, yattığı odaya dönüyordu. Papazın, açık penceresinden eliyle kendini çağırdığını gördü. Koştu. Süpürgeyi kapıda bıraktı. Kapıdan girdi. Papaz saçlarını tarıyordu. Arkasında siyah bir gömlek vardı. Tarağı yatağın yanındaki masaya bıraktı. Eliyle saçlarını arkaya itti. Mindere ilişti. Kırpmadan bakan mavi derin gözlerini Ali'ye dikti:
— Sana bir şey söyleyeceğim,
dedi. Otur karşıma.
— Buyurun.
— Sen çok güzel Türkçe
biliyorsun.
— Biliyorum.
— Ben, Türk’üm, desen askerler
şüphelenmezler, inanırlar.
— Evet.
— Sana bir mektup vereceğim. Bunu
poturunun içine dikeceksin. Çanakkale'ye gideceksin. Askerlerin arasından bir
yol bulacaksın. İngiliz kumandanına bu mektubu götüreceksin.
— Peki.
Papazın yüzü güldü. Mavi, derin gözleri parladı. Hala Çanakkale Türklerden
alınamadığı için bütün köy halkıyla beraber matemdeydi. Her gün sinirli sinirli
düşünüyor, şoseden gelen geçen askerlerin yüzlerinden manalar çıkarmaya
çalışıyordu. Ali, sokakta, evlerde, kilisede ibadetlerde bu umumi yeisi
görüyor, için için seviniyordu. Papaz gülümseyince o da gülümsedi. Yine uzun
bir nutuk dinledi. Zayıf, uzun parmaklı, uzun tırnaklı sarı elleriyle beyaz
sakalını okşayarak coşan bu ihtiyar, onda sarsıcı bir heyecan uyandırıyordu.
Sekiz aydır kilisenin alacakaranlığı içinde elemli gözyaşları gibi parlayan
kandillerin titrediği gölgeler arasında insana canlı gibi bakan resimlerin
karşısında ruhu da değişmişti. "Büyük Yunan, büyük Rumluk" emelini
dinledikçe kalbi şişiyor, acı bir azap boğazına tıkanıyordu. İşittiği, duyduğu,
anladığı her şey onda aksi bir tesir bırakıyordu. On dört yaşındaki cahil bir
çocuk hayaliyle gözünün önüne köyünün camisini getiriyor, daima ahiretten,
Sırat köprüsünden, cennetten, cehennemden bahseden ihtiyar imamı mihrabın
yanındaki yeşil boyalı kürsüye çıkartıyor... "Büyük Türklük" için,
Türk düşmanlarının perişan edilmesi için, tıpkı ihtiyar papaz gibi söyletiyor,
ihtiyar papazın sözlerini Türkçe ona tekrarlatıyordu. Ertesi gün poturunun
ağına mektubu diktiler. Türk sanılsın diye başına bir fes aldılar. Torbası dört
günlük ekmekle, peynirle, haşlanmış yumurta ile dolduruldu. Veda ederken papaz
alnından öptü. Eline bir kağıt uzattı:
— Bu Atina İngiliz sefirinden
evvelce alınmış bir itimatnamedir, dedi. Bunu İngilizlere gösterdin mi, bizim
tarafımızdan geldiğini hemen anlarlar. Şayet üzerinde yakalanırsa "yerde
buldum" dersin. Bizden aldığını inkar edersin.
— Peki...
— Karşına İngiliz askerleri
çıkınca "Kıbrıs" diye bağır. Bu sene parola budur. Unutma ha:
"Kıbrıs."
— Peki.
— Hiç korkma. Vatan, evladının
hizmetini bekliyor. Milletin kalbi seninle beraber, İngiliz kumandanından bize
haber getireceksin. Ne vakit bizi kurtaracaklarını öğreneceksin. Bize
müjdeleyeceksin!
— Peki.
Papaz, Ali'nin tekrar alnından öptü. Yolda yemeği biterse almak için beş
tane de mecidiye verdi. Kiliseden çıkınca Ali jandarma karakoluna gidip,
İngiliz kumandanına verilecek bu kağıdı vermeyi düşündü. Ama vazgeçti. Her şey
jandarmaların gözü önünde olurken aldırmıyorlardı. Başını salladı. "Ben
bunu Çanakkale'de paşaya götürürüm." dedi.Şosede hızlı yürümeye başladı. Hava açıktı. Tekerlek izleri, hayvan izleriyle örtülü yol yine tenha idi. Bir gün gitti. İki gün gitti. Üç gün gitti. Geceleri yine fundalıklarda yatıyor, ama eskisi gibi korkmuyordu. Şimdi ruhu çok kuvvetliydi. Aç kalacağını, yine açıkta kalacağını hiç düşünmüyor, milletine yapacağı hizmeti aklına getiriyordu. Yollarda rast geldiği askerlerle tatlı tatlı konuşuyor, Rumlar arasında duyduğu havadislerin hep aksini işitiyordu. İngilizlerin bir adım ileri atmak ihtimalleri yoktu. Süngüden hepsinin ödleri kopuyordu. "Daha bir ay tutunamazlar, boyunlarını kırarlar." deniliyordu. Arıburnu, Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, tahtelbahirleri, tayyareleri, bombaları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki kan kaynıyor, bir an evvel paşanın oturduğu yere erişmek hırsıyla âdeta koşuyordu. Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha kalabalık askerlere rastladı. Karşıda siyah çalılıkların arasında birçok beyaz çadırlar görünüyordu. Yürüdü, yürüdü. Tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üzerinde siyah bıyıklı, soluk kabalaklı, iri bir asker oturuyordu. Silahı yoktu. Ona:
— Paşa burada mı oturur?
diye sordu.
— Hayır.
— Bu çadırlarda kimler var?
— Yaralılar, burası hastane.
— Paşa nerede oturur?
— Ne yapacaksın?
Ali ona geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun muharebeye dair olduğunu
anlattı. Nefer "Hangi paşayı istiyorsun? Ben yaralıydım, iyi oldum.
Alayıma gidiyorum. Bizim fırka siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya
götüreyim." dedi. Ali buna razı oldu. Artık şose bitmişti. Yeni yollardan,
topçu izlerinden yürüdüler. Mekkâri hayvanlarına, küçük cephane arabalarına,
hasta sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri duyulmasa muharabe oluyor
sanılmayacaktı. Denizin üstü süt gibiydi. Akşama doğru bir çam ormanının içine
girdiler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şırıltısı
duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta onbeş yirmi kadar çadır vardı.
Burası uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu. İnce, ahşap bir köprüyü
geçtiler. Nefer, küçük Ali'ye:
— Sen burada beni bekle.
dedi. Gitti. İlerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan
çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuklarıyla beraber küçük Ali'ye döndü.
Elini salladı.
— Gel!
diye haykırdı. Ali, koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı iri bir adam onu
baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:
— Hani mektup?
— Poturumda dikili.
— Ya! Kimden getirdin?
— Papazdan!
— Bizim paşaya mı?
— Hayır, İngiliz paşasına.
— İngiliz paşasına mı?
Bu adam işi iyice anladıktan sonra "Gel, bunları yavere söyle."
diye onu arkasına taktı. Tek, büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında
yatar gibi uzanarak bir kitap okuyan genç bir zabitin önüne götürdü. Ali, nasıl
köyünü bulamadığını, nasıl Rumlara karıştığını, nasıl kendini Rum
gösterdiğinden başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine
kadar anlattı. Zabit doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birdenbire
parlamıştı.Kendi eliyle Ali'nin poturunu söktü. Mektubu çıkardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali ile onu arkasına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı. Küçük bir masanın önünde zayıf bir zabitle oturmuş, sigara içiyordu. Yaver selamladı. Ali'nin söylediklerini kısaca anlattı:
— Mektup da bu...
dedi. Paşa ehemmiyetle tercümana:
— Oku bakalım, ne?
diye uzattı.Tercüman, tıpkı Girit muhacirleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber mektubun ne yazdığını işitti. Papaz, sekiz aydır köyün önünden geçen taburların, topların adedini, Türklerin silahsız ahaliye yaptığı zulümleri, gebe kadınların karınlarını yarıp çocukları, genç kızları kazıklarda ve Rum erkeklerini toplayıp ateşte yaktıklarını uzun uzun söylüyor, "Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için dua ediyoruz." diyordu. Ali okunan iftiraları duydukça "Yalan, yalan" diye haykıracağı geliyordu. Jandarmaların, geçen askerlerin, zabitlerin Rumlara ne kadar muhabbet gösterdiklerini hatırladı. Papaz mektubun nihayetinde kendini İngiliz Generaline takdim ediyor, "Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan yetiştirilmiştir. Her türlü fedakarlığı, hizmeti yapmak için hazırdır. Kendisine emniyet ediniz. Türkçeyi de gâyet iyi bilir. Her ne isterseniz yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl nihayetsiz hamiyet olduğunu gösterir." tavsiyesinde bulunuyordu. Mektup bitince paşa, köye, papaza dair Ali’ye birçok şey daha sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran zabite bakarak yavere emir verdi:
— Hemen telgrafla bu casusun
tutulmasını yazınız. Vakit geçmesin!
— Baş üstüne.
Yaver çıkarken ilave etti:
— Bu çocuğa da beş lira mükafat
ver.
Fakat Ali zeki bir çocuk serbestliği ile:
— Ben para istemem.
dedi. Paşa ayağa kalktı. Ta gözlerinin içine baktı:
— Ya ne istersin?..
— Hizmet etmek isterim.
— Nasıl hizmet?
— ...
— Küçüksün, muharebe edemezsin.
Okuyup yazman var mı?
— Azıcık okurum.
— Seni telefoncuların yanına
vereyim. Telefoncu ol.
— ...
Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, bir fedakarlık yapmak, başkalarının
yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların
gürültüleri hâlâ dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin
altını deldiğini, bir genç Rum'un üçyüz kişiyle yüzbinlerce düşmanı bozup
vatanı kurtardığını unutamıyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz
mıydı? Rumlarla İngilizlerin parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman tarafına
gidip onlara da kendini Rum gösterebileceğini söyledi.
— Belki bizim taraf için faydalı
bir şey görürüm, anlarım. Size haber getiririm.
dedi. Paşa bu fikri çok muvafık buldu. "Bak, biz bunu düşünemedik!"
diye hâlâ hiç sesini çıkarmadan oturan zayıf zabite döndü. Gülerek Ali'yi
okşadı:
— Aferin sana..
— ...
Yaver, Ali'yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerler verdi. Hava kararıyor,
yavaş yavaş her tarafı gölgeler kaplıyordu.…….
Sabahleyin erkenden yaverle beraber karargahtan çıktı. O da bir al ata binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver atından atladı.
— Artık yayan gideceğiz…
dedi. Belli ki buralarda muharebe olmuştu. Ali onun arkasına takıldı.
Neferler atların yanında kalmıştı. Yaver önde, o arkada yarım saat kadar
yürüdüler. Birtakım askerlere rast geldiler. Hepsi selam veriyorlardı. Sonra
kazılmış yola girdiler. Etraf görünmüyordu. Yürüdüler, yürüdüler. Bir tepenin
arkasına çıktılar. Burada in gibi yerler vardı. Yaver bu inlerden birine onu
soktu. İçeride üç dört zabit oturuyordu. Ali'yi onlara gösterdi. Paşa'nın
arzusunu anlattı. “Kumandan Bey” dediği uzun boylu, esmer adam:
— Pekâlâ, dedi. Ama gündüz
gidemez. Vurulur. Onu ben şimdi ileri hatta gönderirim. Son dirseğin
nihayetinde bir nöbetçi siperi vardır. Oradan fundalık yarı görsün. Gece yardan
aşağı iner, İngiliz mevkisine doğru çıkar. Sabahleyin beyaz mendil gösterir.
Belki vurmaz alırlar.
…….Telefonu eline aldı. Söylediklerini tekrarladı. Sonra yanına bir emir neferi kattı.
— Haydi çocuğum, korkma...
— Korkmam.
Küçük Ali gülüyor, seviniyordu. Siperlerin içinden yürüdükçe kalbinin
sevinçle çarptığını, tatlı bir hararetin yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi
oluyordu.Bugün muharebe olmuyordu. Geri hatları geçti. En ileri hatta erişti. Siperin içinde birkaç nefer ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağı oturmuş konuşuyorlar, gülüşüyorlar, türkü söylüyorlar, kabak çalıyorlardı. Sanki buraları bir düğün yeriydi... Her hatta birtakım genç zabitlere rast geliyorlardı. Zabitler, Ali’ye birçok şeyler soruyorlardı. Kumandan Beyin "dirsek" dediği sipere gelince emir neferi onu kısa boylu, gözlüklü bir zabite teslim etti. Döndü. Ali siperde yalnız kalınca bu zabitin yanına oturdu. Neferin kısaca söylediklerini daha uzun anlattı. Zabit:
— Peki çocuğum, bize misafir
olursun, gece salıveririm, dedi.
Sonra onu kum dolu torbaların arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Funda
ormanını, derin yarı gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini
buldurdu. Bu yarın etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için iki tarafın da
askerleri yoktu. Gece oluncaya kadar zabitin yanında kaldı. Zabitle beraber
yemek yedi. Siyah bulutlar arasında yıldızlar parlamaya başlamıştı. Zabit,
kendi eliyle onu siperin üstüne çıkardı. Hava o kadar karanlıktı ki...
Siperlerde sanki hiç insan yoktu. Yalnız manası anlaşılmaz, uzak sesler
duyuluyor, fakat hiçbir aydınlık görünmüyordu. Küçük Ali, gündüzden gördüğü
yarın dibine doğru inmeye başladı. Düşmemek için çalılara tutunuyor, esvapları,
yüzü gözü çiziliyordu. Belki iki saat uğraştı. Ayağının altından toprak, taş
parçaları kayıyor, tutunduğu dallar kopuyordu. Gözü karanlığa alıştı. Bulutlar
geçtikçe yıldızlar çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu. Yarın İngiliz tarafına
tırmanacak bir yer buldu. Belki dört saatte burasını çıkmaya çalıştı. Biraz
dinleniyor, bir parça ekmek yiyor, tekrar fundalara sarılıyordu. Bazen çıktığı
yere bir kaya dayanıyor, tekrar inerek başka bir taraftan tırmanıyordu. Türk
siperlerinin üstü morlaşınca Ali, İngiliz siperlerine iyice yaklaştığını gördü.
Sindi. Biraz durdu. Cebinden, karargahtan verdikleri beyaz bezi çıkardı.
Kopardığı bir değneğe taktı. Yukarı kaldırdı. Ufkun üstündeki morluk
pembeleşiyor, yıldızlar kayboluyordu. Yüz adım kadar yaklaştığı tepesindeki
siperden birtakım sesler duydu.
— Kıbrıs, Kıbrıs!
diye bağırdı.Papazın parolası hemen anlaşılmıştı.
Görünmeyen insanlar cevap verdiler:
— Ela, ela...
Küçük Ali, sesin çıktığı tarafa doğru yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Beyaz
torbaların arasında tüfek uçları görünüyordu. Torbaların üstüne çıktı. Bayırı
atlayamadı. Çünkü pek derindi. Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin
açılmış kucağına düştü. Etrafına toplanan İngilizler anlamadığı bir lisanla ona
sualler soruyordu. Ali, derin bir haç çıkarıp: "Ben Rumum!" dedi.
Getirdiği mektubu gösterdi:
— Puni general?
— All right.
— All right...
Siperin içinde konuşuyorlar, sanki birini arıyorlardı. Onu bir yeraltı
yolunda geri götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insanları
ayrıydı. Hepsi sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiçbirisi gülmüyor, herkes surat
asmış, bir şeye dargın gibi duruyordu. Yeraltı yolunun nihayetindeki inde uzun
bir sandalyeye yaslanmış İngiliz zabite de Ali, Rumca meramını anlatmaya
çalıştı. O vakit biraz durdular. Karşısına orta yaşlı bir Rum getirdiler. Bu
tercümandı.Ali papazın söylediklerini tekrarladı. Mektup koynunda idi. Çıkardı, zabite uzattı. Zabit tercümanı dinledikten sonra sevinerek kalktı. Ali'nin elini sıktı. Yanındaki küçük masanın üstünde çabucak raporunu yazdı. İki askerle beraber Ali'yi kumandanın karargahına gönderdi.
Bu karargah gâyet kalabalıktı. Tayyarelerin görmemesi için küçük sık bir koruluğun içine, siperlerin altına yapılmıştı. Hiç çadır yoktu. Her taraf mermilerden mahfuz sanılacaktı. Ali, küçük pencereli birçok odaların ta ortasındaki kapıdan girdi. İçerisi şehir evleri gibi muntazam boyalıydı. Orada oturan yavere neferler raporu verdiler. Ali'yi gösterdiler. Yaver, yanda bir odaya girdi. Yarım saat kadar bekledi. Sonra kapıdan gözüktü. Ali'yi çağırdı. Ali içeriye girince büyük bir masada koltuğa yaslanmış, beyaz kesik bıyıklı, kırmızı yüzlü, ihtiyar bir adam gördü. Bu, İngiliz paşası olacaktı. Yanında asker esvaplı bir adam duruyordu. Kendine Rumca hitap eden bu askerin bir tercüman olduğu anlaşıldı. Papazın söylediklerini, Rumların nasıl dört gözle İngiliz ordusunu beklediklerini ballandıra ballandıra anlattı. İhtiyar İngiliz gülümsüyordu. Sözlerini tercümana naklettikçe, kumandan İngilizce bir şeyler söylüyordu. Ali'nin sözü bitince, İngiliz askeri kıyafetindeki Rum sordu:
— Papaz mektubunda sizin her
türlü fedakarlığa hazır olduğunuzu yazmış, hazır mısınız?
— Hazırım.
— Buraya geldiğiniz gibi
gidebilir misiniz?
— Giderim. Beni Türkler de Türk
sanıyorlar. Çok güzel Türkçe bilirim.
— Türkler'in karargahlarına da,
siperlerine de girebiliyor musun?
— Giriyorum. Onlara satmak için
tütün, balık falan götürüyorum.
— Pekala, pekala...
İngiliz kumandanı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali, onun
yorgun yorgun oynayan dudaklarına bakıyor, anlamadığı kelimelerden bir mana
çıkarmaya çalışıyordu. Nihayet bu merak çok sürmedi. Tercüman lafa başladı:
— Kumandan, papazınıza selam
ediyor. Biraz geç de olsa mutlaka gelip sizi kurtaracağız. Mutlaka İstanbul'u
alacağız. Bunda şüpheniz olmasın. Sana küçük bir saatli bomba vereceğiz. Bunu
kurup gizlice Türk paşasının çadırı yanına bırakacaksın. Kurulduktan yarım saat
sonra patlar. Halbuki sen yarım saat içinde uzağa kaçıp kurtulursun!..
— Kurtulurum.
Kumandanın yüzü güldü. Hemen zile bastı. İçeri gelen askere emirlerini
verdi. Tercüman Ali'ye, papazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türklerin korkup
korkmadıklarını anlamak istiyordu. İki zabit bir tahta kutu ile içeri girdiler.
Kutudan bir şeyler çıkardılar. Masanın üzerine bıraktılar. Bu bombaydı. Üç dört
kerpiç büyüklüğündeydi. Üstünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler.
Anlattılar. Tercüman kendisine onların sözlerini tekrarladı:
— İşte bu düğmeyi bu tarafa
çevireceksin. Çevirdin mi saat içeriden işlemeye başlar. Sen hemen kaç. Yarım
saat sonra ne karargah kalır, ne paşa... Hepsi havaya uçar.
Ali, masanın üstündeki siyah şeye daha dikkatli baktı. Düğme beyaz bir
madendi. Zabit İngilizce daha ziyade tafsilat veriyor, düğmeyi parmağıyla iter
gibi yapıyordu. İngiliz kumandanı, hatta çadırın yirmi otuz adım uzağına bile
konsa yine tesiri müthiş olacağını tercümana söyletti. Küçük Ali, saatli
bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı. Belki beş okkadan ziyade
idi. Tercüman, kumandanın iltifatlarını tekrar tekrar söylüyordu. Hemen bu gece
geldiği yerden gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası ihsan
etti. Ali kabul etmek istemedi. "Kabul etmezsen, köydeki fakirlere ver!"
diyorlardı. Onu yandaki odaya geçirdiler. Bir masanın başına oturttular. Önüne
et, ekmek, tatlılar, tanımadığı bir içki koydular. Uzun boylu yaver ayakta
hizmet eden neferlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali'nin torbası
yanındaki sandalyede idi.Ali yemekleri yerken bu adamların alçakça niyetlerini düşünmeye başladı. Halbuki Türk paşası böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti. İçinden "Gece, Türklerin tarafına gidiyorum, diye atlarım. Bombayı kurar, siperin dibine bırakırım. Kendim kaçarım." dedi. Fakat böyle yaparsa, siper uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen İngiliz kumandanına bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali yoktu. Siper başları, büyük karargahın etrafı hep nöbetçi dolu idi. İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa açık kapının yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorlardı. Ali bütün karargahı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. Yavaşça yanındaki torbayı kucağına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba bir kocaman kurşun kerpiç gibiydi. Saatin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu. Azıcık itti. Bir parmak kadar... Tekrar geri çekmek istedi. Hayır... Düğme geriye gelmiyordu. Düğmeyi nihayete kadar itip bombayı burada bırakmak aklına geldi. Ama nereye kaçacaktı? Hemen onu tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı bizim paşaya götürüp teslim etse, ne fayda hâsıl olacaktı? Hiç... Yine İngiliz kumandanının kastı cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti. Dudaklarını ısırdı. İştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki bir haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirdi? Kendi de beraber... Papaz, "Milleti için ölenler daima yaşarlar." demiyor muydu? Bu sözü yine hayaline getirdiği köyün imamına söyletiyor, içinden, "Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil miydi?" diyordu. Büyük babasını, büyük anasını, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Köyünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmanlara güzel bir darbe indirerek, kendi de beraber yüzlercesini öldürerek ölmek... Gülümsedi. Bu büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağı ile düğmeyi yavaş yavaş ta nihayete kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işliyordu. Kulağına yaklaştırdı. Tık... Tık... Tık... Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı. Yemek yiyor gibi yaptı. Yarım saat! Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani... Artık yemiyor, düşünüyor, vakti hesap ediyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu.
. . . . . . .
Bir tepsi kızaracak vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver gördü. Tercüman:
— Karnın doydu mu oğlum?
diye sordu.
— Teşekkür ederim. Kumandana bir
şey daha söyleyeceğim. Demin unutmuşum.
— Bana söyle yavrum, yavere
söyleyeyim, o haber versin.
— Hayır çok mühim bir şey, ben
kendim söylemeliyim...
Tercüman, Ali'nin ısrarını yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek
Ali'ye baktı. "All right" diye başını salladı. Bombayı götüreceği
için onu çok takdir ediyordu. Yaklaştı. Omzunu okşadı, Ali, bombanın işlediğini
duyacak diye korktu.
— Haydi gel...
— ...
Tercümanla beraber yandaki kapıdan girdiler. Başıkabak kumandan masanın
üstündeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap
verdi. Sonra Ali'ye döndü:
— Ne söyleyeceksin?
dedi.
— Türkler tarafına gitmeden evvel
bombanın patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza
anlatayım.
Tercüman kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu:
— Bu en dehşetli cehennem
makinasıdır. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur.
— Demek karargahta ne kadar adam
varsa hepsi ölecek?
— Hepsi... Belki yangın da
çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargahlarına yakınsa onlar da ateş
alacaktır.
— Ya bomba ateş almazsa?
— Mutlaka alır. Emniyet düğmesini
ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.
— Bunda hiç şüphe yoktur ya...
— Asla...
Ali durdu. Sırtında bombanın tiktaklarını daha hızlanmış gibi işitti.
— Öyle ise kumandana söyle. Ben
Rum değilim.
Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti:
— Ya nesin?
— Türk’üm!
— Türk mü?
— Evet Türk...
Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. "Türk" lafını işiten kumandan ayağa
kalkmıştı. Tercümandan Ali'nin ne söylediğini anlayınca yüzü kıpkırmızı oldu.
Hiddetle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da
sararmıştı:
— Ne cesaretle buraya geldin?
Şimdi kurşuna dizileceksin.
— Beni kurşuna dizemeyeceksiniz.
Ali'nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden
bir rovelver çıkardı. Bir kasıttan korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu.
Tercümana:
— Vakit dar, çabuk söyle. O beni
öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim! dedi.
Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce
tekrarlamaya vakit kalmadı!
…….
Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan
büyük bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü.
Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut zabitleri
telefonla kumandanlarına, "İngilizlerin karargahları tahmin olunan yerde
emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyarelerimizin eseri
değil, bir kaza neticesi olması ihtimali vardır." diyorlardı.Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir elemle küçük Ali'yi hatırlıyor, sakin erkan-ı harbine:
— "O gönderdiğimiz çocuktan hâlâ bir haber
çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında zavallıya bir şey mi oldu?"
diyordu.
YAZAN: Ömer SEYFETTİN
AKTARI: Abdurahman AKDÜZEN, Osman KUFACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder